bağırsak sağlığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bağırsak sağlığı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Eylül 2022 Pazartesi

KARACİĞER YAĞLANMASI NEDEN OLUR?







 Karaciğerin Vücudumuzdaki Görevleri Nelerdir?

Karaciğer; vücudumuzda sağ kaburganın hemen alt tarafında bulunan ve kahverengi, süngerimsi yapıda olan bir organımızdır. Karaciğerimiz ince bağırsak ve safra kesesine bağlı olarak bulunur.

Vücutta sağlıklı işleyişin sağlanabilmesinde, her organımız gibi karaciğerin de rolü büyüktür. Sağlığımız için oldukça önemli olan karaciğerimizi sorunla karşılaşmaması ve sağlıklı kalması için korumamız ve çok dikkat etmemiz gerekmektedir.

Peki sağlığımız için oldukça önemli olan karaciğerimizin vücudumuzdaki görevleri nelerdir?

• Karaciğerin en önemli görevi, vücudumuza giren besinleri kandan ayırmasıdır. Karaciğer süngerimsi yapısı ve filtreleyici yapısı sayesinde vücuda giren zehirli ve toksik besinleri (alkol gibi) emer ve vücuttan atılmasını sağlar. Ayrıca yediğimiz yiyecekleri vücudumuzun kullanabileceği besinler haline getirir.

• Karaciğerin bir diğer önemli özelliği ise hormonların birçoğunun karaciğerden salgılanmasına imkan vermesidir. Ve sağlıklı bir karaciğer, hormonların düzenlenmesinde büyük rol oynar.

• Karaciğer aynı zamanda safra üretiminde bulunur ve üretilen bu sindirim sıvısı safra kesesinde depolanır. Safra sıvısı; yemek yenildiğinde ve sindirim olayında on iki parmak bağırsağına salgılanır. Safra sıvısı sayesinde sindirimde yağlar suda çözünür ve yağların ince bağırsağa erişip emilmesi sağlanır.

• Vücudumuzun olmazsa olmazlarından olan karbonhidrat, yağ, şeker, protein ve vitaminler karaciğerde depolanır ve lazım olduğunda kullanılır.

• Pek çok önemli proteinin sentezi de karaciğerde gerçekleşir. Örneğin; albümin, transferrin, seruloplazmin, haptoglobulin vb.

• Ve karaciğer kan şekerini ve vücut ısısını dengelemeye yardımcı olmaktadır.


Karaciğer Yağlanması Neden Olur?

Vücudumuzda önemli fonksiyonları bulunan karaciğerin her daim sağlıklı şekilde çalışması önemlidir. Karaciğerin sağlığının zarar gördüğü bir durum da karaciğer yağlanmasıdır.

Karaciğer yağlanması ya da diğer adıyla hepatik steatoz; karaciğer dokusunda beslenme ve hareketsizlik kaynaklı yağ birikmesi olayına verilen addır.

Karaciğerde belli ve düşük oranda yağ bulunması normal karşılanmakla birlikte, bu oran yükseldiğinde karaciğerin sağlığı bozulmaya başlar.

Vücudumuzda sindirim olayında ve zararlı maddelerin ayıklanmasında görevli olduğunu söylediğimiz karaciğerde, fazla yağ birikmesi karaciğer dokusunun iltihaplanmasına ve ilerleyen süreçte yara oluşmasına neden olabilmektedir.

Modern yaşantı ve onun getirileri olarak hareketsiz ve fiziksel aktiviteden uzak bir beden ve sağlıksız, zararlı yiyecek ve içeceklerin tüketiminin artması ile karaciğer yağlanması ve çeşitli kalp-damar rahatsızlıkları görülme oranı artmıştır.

Karaciğer yağlanması asemptomatik bir rahatsızlık olsa da ilerleyen evrelerinde cilt rahatsızlıkları ile kendin gösterebilmektedir. Karaciğer yağlanmasının belirtileri şunlardır:

• İştahsızlık

• Kilo kaybı

• Halsizlik ve yorgunluk

• Mide bulantısı ve kusma

• Sarılık

• Karın ağrısı ve şişlik

• Ciltte döküntü

• Kaşıntı

Karaciğer yağlanması çoğunlukla belirtisiz ilerleyen ve siroza çevrilen bir hastalıktır. Karaciğer bu belirtileri vermeye başladığında hastalık siroza evrilme yoluna girmiş olabilmektedir.

Karaciğer yağlanmasının ve ilerlediği takdirde sirozun ilaçla tedavisi mümkündür. Ve düzenli-sağlıklı beslenmeyle birlikte, hareket ve egzersiz de destekleyici faktörlerdir.

Karaciğer yağlanmasına karşı alınabilecek bazı önlemler ise şunlardır:

- Günde en az 30 dakika yapılan tempolu yürüyüş

- Ağırlıklı egzersiz ve kas egzersizi

- Rafine gıda tüketiminden kaçınma

- Alkol tüketiminden kaçınma

- Fazla yağlı gıdaları tüketmemek

- Sindirim sistemini zorlayacak ağır yiyecekler tüketmemek

- Metabolizmayı düzenleyecek Akdeniz tipi beslenme modelini uygulamak


21 Eylül 2021 Salı

Bağırsak Sağlığını Korumak İçin Neler Yapabiliriz?






Bağırsaklarımızın sağlığı vücut sağlığı için çok önemlidir. Amaç bağırsak sağlığını korumaksa öncelikle bağırsaklarınıza iyi bakmanız gerekir. Bağırsaklarınıza iyi bakmak için ise; en öncelikli şey sağlıklı beslenmedir. Sağlıklı beslenme rutini ve hayat standardı oturtmanız için öncelikle hayatınıza prebiyotik, probiyotik ve fermante gıdaları katmanız gerekir. Bu gıdalar bağırsak ile dost olduğu için tüketilebilir. 

 

Prebiyotik, probiyotik ve fermante gıdalara örnek vermemiz gerekirse de; 

Prebiyotik gıdalar ; muz, bakliyatlar , sarımsak, yulaf,  pırasa gibi besinleri sayabiliriz.

Probiyotik; Lahana turşusu, kore yemeği kimchi, kamboçya çayı, kefir olarak sayabiliriz

Fermante gıdalar; yoğurt, kombu çayı, salatalık turşusu, kefir olarak sayabiliriz. 

 

Bağırsak florası ya da bağırsak mikrobiyolojisi olarak adlandırılan bağırsak bakterileri, vücutta birçok önemli fonksiyonu yerine getirirler. Probiyotikleri ve prebiyotikleri dengeli miktarlarda tüketmeniz, bu sağlıklı bakterilerden doğru miktarda sahip olmanıza bu da sağlınızı geliştirmeye yardımcı olur.

 

Bağırsaklarımızın sağlığı ruhsal ve fiziki durumumuzu etkiler. Araştırmalara göre duygu bozukluğu durumunda bağırsak sağlığının önemli bir etkisi olduğu ortaya çıkmıştır. Bağırsakların sağlıksız oluşu  duygusal durumunuzu etkiler. Duygusal yeme bozukluğu nedeniyle de sağlıksız besleniriz ve bu da bağırsaklarımızı etkiler. Hal böyle olunca da bu kısır döngüyü kırabilmek için dolayısıyla bağırsak sağlığı için doğru beslenme şekillerini tercih edilmelidir.

 

Bağırsak Sağlığında Mora Terapi

Mora Terapi yöntemi ile yapılan bağırsak terapilerinde, şimdiye kadar bağırsağı tehdit etmiş olan besinlerin frekansları vücuttan silinerek bu besinlere karşı isteksizlik oluşturulur. Bu besinler olmaksızın verilen diyeti böylelikle kişiler rahatlıkla uygulayabilirler. Mora frekans tedavileri ile bağırsaklarda çeşitli sebeplerle meydana gelmiş olan hasar onarımı başlatılır ve birikmiş olan toksinlerin vücuttan uzaklaştırılmaları sağlanır. Üç aylık karbonhidrattan  kısıtlı ve basit şeker içermeyen bir beslenme protokolüyle sağlıklı beslenme davranışı oluşturulur. Aynı zamanda bu beslenme planı, kefir, yoğurt gibi probiyotik besinlerden zengindir ve bu şekilde bağırsaklardaki flora desteklenmiş olur. Bağırsak florasının tam olarak onarılması için dışarıdan probiyotik takviyesi de önerilmektedir. 



Daha detaylı bilgi için;

📞 +90 216 405 14 52 ya da

📞+90 533 250 11 26 numaralarımızdan bize ulaşabilirsiniz...

www.mora.com.tr 

30 Aralık 2019 Pazartesi

GÜNLÜK ÖĞÜNLERİNİZE DAHA FAZLA LİF EKLEYEREK KRONİK HASTALIKLARIN ÖNÜNE GEÇEBİLİRSİNİZ



GÜNLÜK ÖĞÜNLERİNİZE DAHA FAZLA LİF EKLEYEREK KRONİK HASTALIKLARIN ÖNÜNE GEÇEBİLİRSİNİZ


Her gün yeterince lif tüketiyor musunuz? Kadınlar için önerilen günlük lif alım miktarı 25 gr (yaklaşık 1,5 fincan baklagil), erkekler için önerilen günlük lif alım miktarı ise 38 gr’dır.

Dünya Sağlık Örgütü tarafından yaptırılan ve Ocak 2019’da yayınlanan bir çalışmada lifli beslenmenin neden sağlık açısından önemli olduğu açıklanıyor. Lif bakımından zengin gıdalarla beslenenler ile lif bakımından zayıf gıdalarla beslenenler karşılaştırıldı. Görülen o ki, düzenli olarak lif bakımından zengin gıdalarla beslenen kişilerin kronik hastalıklara yakalanma ve ölüm riski azalıyor.

Her gün yenen diyet lifteki her 8 gr’lık artış kalp hastalığı, diyabet, kanser vakaları ve ölüm sayısında %5 ile %27 oranında bir azalmaya neden oluyor. Klinik çalışmaları yapanlar günde 25 ila 29 gr lif yemenin yeterli olduğunu ancak günde 30 gr’dan fazla yendiği zaman daha fazla korunma sağlanabildiğini söylüyorlar.

Muhtemelen liflerin sağlıklı olduğunu biliyorsunuz ancak yeterince alıp almadığınızı bilmiyorsunuz. Bir yetişkin ortalama günde 15 gr kadar lif tüketiyor. Bu rakamın en az 2 katına çıkartmak gerek.

Bunun için günlük beslenmenizde dikkat edebileceğiniz şeyler var. Daha fazla sebze, meyve, kepekli tahıllar ve bakliyat tüketimine dikkat etmek mesela.

Başlıca lif kaynağı olarak; fasulye (her türlü kuru ve yeşil), bezelye, börülce, enginar, tam buğday unu, bulgur, kepek, yulaf, kuru erik.




Ayrıca; nohut, brokoli, bamya, marul, koyu yeşil yapraklı sebzeler, karnabahar, tatlı patates, havuç, kabak, lahana, kepekli makarna, fındık, kuru üzüm, armut, çilek, portakal, muz, elma da iyi birer lif kaynaklarıdır.

Beyaz un, beyaz ekmek, beyaz makarna ve beyaz pirinç gibi rafine tahıl ürünlerini de tam tahıl olanlarla (kepekli ekmek, tam tahıl ekmeği, kepekli makarna, esmer pirinç) değiştirmek de diyetinizdeki lif miktarını arttırmak için harika bir yoldur.


Lifler suda çözünebilir ve çözünemez olarak 2’ye ayrılır.

Tüm bitkisel besinlerde farklı oranlarda lif bulunur. Bunların kimi suda çözünebilir, kimi de çözünemezdir.

Çözünebilir lif alımı kötü kolestrolün (LDL) düşürülmesi, kan şekerinin düzenlenmesi, tip2 diyabet riskinin düşürülmesi için önemlidir. Fasulye, bezelye, mercimek, yulaf ezmesi, yulaf kepeği, fındık, elma, armut ve çilek’te bulunur.

Çözünemez lif alımı, vücudun sağlıklı işlemesine yardımcı olur, kabızlığın önler ve divertiküler hastalıkların oluşmasını engeller. Kepekli tahıllarda, kepekli kuskus, arpa, kahverengi pirinç, bulgur, buğday kepeği, havuç, salatalık, kabak, kereviz, yeşil fasulye, koyu yapraklı sebzeler, kuru üzüm ve domateste bulunur.

Yüksek lifli gıdalar ayrıca uzun süre tokluk hissi de verirler. Dolayısıyla sık sık atıştırmak zorunda kalmazsınız.

Ayrıca kolon kanseri gibi kanser çeşitleriyle lif alımı arasında direkt bir bağlantı olduğu söyleniyor. Yani yüksek lifli beslenmek bu tip kanserlere yakalanma riskini azaltıyor.

Diyetinizdeki lifi kademeli olarak arttırmak ve bol su tüketmek en iyisi. Ve lif tüketiminizi olabildiğince günün farklı zamanlarına yayın. Böylelikle sindirim sisteminiz de rahatlıkla uyum gösterecektir.

Sağlık dolu, mutluluk dolu, uzun bir ömür diliyoruz.



28 Aralık 2018 Cuma

OTOİMMÜN HASTALIKLARA BÜTÜNSEL YAKLAŞIM


Otoimmun Hastalıkların tamamı bağışıklık sistemi hastalığıdır. Bağışıklık sisteminin aşırı duyarlı hale gelmesi sonucu vücudun kendi dokularını harap etmesiyle ortaya çıkar. Vücuttaki bağışıklık sisteminin kendi sağlıklı dokuları ve organlarına karşı başlattığı savaş olarak tanımlanabilmektedir.

Bağışıklık sistemi hücreleri eklemlere saldırarak ağrıya, şişmeye ve iltihaba neden olarak Romatoid Artrit, bağırsak duvarını tahrip ederek ishale, ani bağırsak hareketlerine, rektal kanamaya, ateşe, karın ağrısına ve kilo kaybına neden olarak Kron hastalığı ve Ülserli Kolit, sinir hücrelerine hücum ederek körlüğe, ağrıya, denge yitimine, güçsüzlüğe ve kas kasılmalarına yol açarak MS Hastalığı, pankreasta insülin hormonu üreten hücreleri yok ederek Tip 1 Diyabet, tiroid hormonu üreten hücrelere saldırıp tahrip ederek, kabızlığa, yorgunluğa, depresyona, aşırı kiloya ve cilt kuruluğuna yol açarak Haşimato Hastalığına neden olabilmektedir. Bu tip hastalıklar otoimmün hastalıklara verilebilecek örneklerdir.



Bu tip hastalıklarda bağışıklık sisteminin sağlıklı haline getirilebilmesi ve desteklenebilmesi çok önemlidir. Otoimmün hastalıklara yaklaşım bağışıklık sistemi baskılamak değil desteklenerek iyileştirilebilmek olmalıdır.

Gün içinde yediğimiz gıdalarla, soluduğumuz hava ile veya cildimize temas eden maddeler yoluyla birçok unsur vücudumuza girmektedir. Bunlar gıdaların içindeki ana besin unsurları olabileceği gibi bunlara bulaşmış olan zirai ilaçlar, toksinler ve kimyasal katkı maddeleri de olabilmektedir. Aynı zamanda bakteriler, virüsler, mantarlar da gerek ağız yoluyla gerekse solunum yoluyla vücuda girebilmektedir. Vücuda giren bütün maddeler bağışıklık sistemi tarafından algılanıp, değerlendirilmektedir. Vücudun ihtiyacı olanlar ve vücuda yabancı olanlar ayrılıp, zararlı olanlar yok edilmektedir. Vücudumuzun yapısına uymayan yabancı bir madde kana geçtiğinde, bağışıklık sistemi daha önce tanımadığı bu maddeyi düşman olarak algılamakta ve yok etmeye çalışmaktadır. Yabancı maddelerin saldırısı yoğun ve sürekli bir hale geldiğinde ise vücudu korumaya çalışan bağışıklık sistemi aşırı duyarlı hale gelebilmektedir. Bağışıklık sistemini aşırı duyarlı hale getirebilecek faktörlere ise; beslenme yanlışları, basit şeker ve rafine karbonhidrat tüketiminin artması, gluten ve lektin içeren gıdalar, D vitamin eksikliği, omega-3 alımının azalması, kronik hale gelen enflamasyon, bağırsak florasındaki bozukluklar, kronik Stres, katkı maddeli ve aroma ile tatlandırılan suni gıdalar, zirai ilaçlar ve pestisitler, genetiği değiştirilmiş tarım ürünleri, ağır metaller örnek olarak verilebilmektedir.

Çeşitli sebeplerden dolayı aşırı duyarlı hale gelen bağışıklık sistemi yabancı proteinler ile vücudumuzdaki bazı organ ve dokuların yapısında bulunan proteinler birbirine benzerlik gösteren proteinleri ayırt edemez hale gelir. Örneğin buğday proteini olan glüten ile tiroid dokusu, bağırsak epiteli, eklemlerin yüzeyini saran zarlar ve sinir liflerini saran myelin kılıfı birbirine benzer özellikler göstermektedir. Glutene karşı oluşturulan saldırı sadece glutene karşı değil, bir süre sonra bunlara benzeyen vücut dokularına karşı da harabiyete sebep olmaktadır. Glutenin yanı sıra buğday, çavdar, yulaf, arpa gibi tahıllar ve kuru fasulye, nohut, mercimek gibi birçok baklagil ve sütte bulunan protein yapısındaki lektinlerin de otoimmun hastalıklara neden olabileceği konusunda da araştırmalar mevcuttur.

Geçirgen bağırsak sendromunun da otoimmün hastalıkları etkileyebileceğine dair çalışmalar bulunmaktadır. Son zamanlarda sıkça duyduğumuz geçirgen bağırsak sendromu, sürekli baskı altında kalan sindirim kanalı yapılarının seçici geçirgen yapısını kaybederek birçok zararlı organizmayı geçirir hale gelmesidir. Bu durum bağışıklık sisteminin sürekli uyarılmasına ve fazla çalışmasına neden olmaktadır. Sürekli tetikte olan bağışıklık sisteminin de vücut yapılarına saldırma riski artmaktadır.

Bağışıklık sistemini aşırı duyarlı hale getirebilecek ve otoimmün hastalıklara davetiye çıkarabilecek en önemli etkenlerden biri de ağır metal birikimidir. Ağır metallerin en önemli özelliklerinden biri de bağışıklık sistemini uyarmalarıdır. Çünkü savunma hücreleri diğer tüm hücrelerde biriken ve zarar veren toksinlere karşı tepki oluşturmaktadır. Ayrıca yapılan araştırmalar ağır metal ve diğer toksik bileşenlerin genetik olarak otoimmün sorunlara yatkınlığı olanlarda hastalıkların erken ortaya çıkmasına ve hastalığa sebep olabileceğini göstermektedir.

Otoimmün hastalıklarda hedef organlardan ziyade önemli olan hastalıkların ardındaki asıl sebebi görebilmektir. Otoimmün hastalıklarda asıl problem her zaman bağışıklık sistemindedir. Klasik tıpta, oluşum mekanizmaları aynı olmasına rağmen farklı organ sistemlerinin etkilenmiş olması gerekçesiyle bu hastalıkların birbirleriyle olan bağlantıları göz ardı edilebilmektedir. Bütünsel tıp cihazlarının önde gelen uygulayıcılarından olan Mora Terapide amaç her zaman tedaviye bağırsaklardan başlamaktır. Hastalıkların teşhis ve tedavisinde bağırsak sağlığı ve florası mutlaka sorgulanmakta ve sorun söz konusu ise iyileştirilmeye bağırsaklardan başlanılmaktadır. Aynı zamanda yapılan bağırsak terapileri sonrasında uygulanması istenen diyet protokolü de bağırsak mikroflorasını destekler niteliktedir. Aynı zamanda sadece bağırsaklar değil, bağışıklık sistemini aşırı derecede uyarabilecek ağır metal ve stres gibi etkenlerin de ortadan kaldırılmasında Mora Terapi son derece etkilidir. Örneğin Mora Terapi, civa ve kadmiyum gibi vücutta birikimi en sık rastlanan ağır metalleri kolayca teşhis edebilmekte ve vücuttan uzaklaştırılmasını sağlayabilmektedir. Böylelikle vücut ve bağışıklık sistemi bütünsel olarak sağlıklı olabilmekte ve hastalık semptomları da azalmakta veya ortadan kalkabilmektedir. 

6 Ekim 2018 Cumartesi

BÜTÜNSEL TIP NEDİR?


Bütünsel tıbbın iddiası, insanın beden, akıl ve duygudan oluşan çok boyutlu bir varlık olduğu, tek tek organlara ve sistemlere indirgenemeyeceği ve insanın tüm bu parçaların toplamından daha fazlası olduğudur. Bütünsel tıp, insanı parçalara ayrılmadan tüm varlığıyla ve şahsiyeti ile ele alır. Bütünsel tıp, hastalığın nasıl tedavi edileceğinden önce, insanı hasta eden süreçlerin tespit edilmesini amaçlar. Hastalıkların seyrinden çok, hastalığı doğuran nedenleri sorgulayarak öncelikli olarak bu nedenlerin ortadan kaldırılması gerektiğini savunur. 

Vücut bir bütün olarak çalışır, organlar ve diğer bileşenler birbirinden ayrı değildir. Bir semptom ortaya çıktığında bir şeylerin dengesiz olduğunda ve tedavi edilmesi gerektiğinde vücut sinyaller verir. Bu teori baz alınarak, vücudumuzun bir parçası düzgün çalışmadığında vücudun bütününü etkilenmektedir diyebiliriz.



Beden – Zihin – Duygu Dengesi


Dünya Sağlık Örgütü (WHO) sağlığı, "Sadece hastalıklardan ve mikroplardan korunma değil, bir bütün olarak fiziki, ruhi ve sosyal açıdan iyi olma hali" olarak tanımlar.

Bu tanımlamadan da anlaşılacağı gibi sağlık; beden, zihin ve duygu dengesidir. Bireylerin sadece fiziksel durumlarına bakılarak sağlıklı demek bütünlüklü ve doğru bir açıklama olmayacaktır. Nasıl ki bedensel olarak yaşanan sağlık sorunları ruh ve zihin sağlığını etkiliyorsa, ruh ve zihin sağlığındaki sorunlar da bedensel hastalıklara yol açmaktadır. Yaşayan bir organizmanın denge durumu olan sağlık bütünlüklü değerlendirilemediği sürece tedavi amaçlı yapılan işlemler çözüm olmayacaktır.

Bütünsel sağlık, tüm bu unsurların dengesinin kurulmasıyla sağlanır. Bütünsel tıp uygulayıcıları, bu dengeyi sağlamak için doğal yöntemleri ve yaşam tarzı değişikliklerini kullanırlar.

Beden, zihin ve duygu dengesini ve bütünlüğünü sağlayacak yaşam tarzı değişikliklerini öğretmek, bütünsel tıbbın öncelikli konularındandır. Kısacası bütünsel tıp hastalıkla değil, sağlıkla ilgilenir. Oluşmuş bir hastalığın belirtilerini yok etmekle değil, hastalığın altında yatan sebeplerin saptanabilmesi, sağlığın korunması ve iyileştirilmesiyle ilgilenir. Geçici değil, kalıcı, sürdürülebilir yaşam tarzı değişiklikleri hedefler. Hastalıkları tedavi etmek yerine iyileşebilmesi için uygun ortamın sağlanmasını amaçlar.

Bütünsel tıp insanların birbirleriyle ve çevreleriyle ilişkilerinin, yaşam tarzlarının, zihinsel durumlarının genel sağlıkları üzerindeki belirleyiciliğine vurgu yapar. Hastalık, tüm bu unsurlardaki dengesizlikten kaynaklanır.

Bütünsel tıbbın temellerini esas alan Mora Terapi yöntemi ile yapılan kilo, bağımlılık, alerji, migren, diyabet, metabolik sendrom gibi terapilerde, kişinin yaşam tarzı mutlaka sorgulanır ve yapılan renk terapileri, Bach çiçekleri gibi terapilerle de duygu durum mutlaka desteklenir. Hastalık tedavi edilmeden önce temelinde yatan sebep mutlaka sorgulanarak, iyileşme sürecinde gidilmesi gereken yol bu şekilde planlanır. 

17 Ağustos 2018 Cuma

GEÇİRGEN BAĞIRSAK SENDROMU NEDİR?


Sindirim sisteminin merkezi olan ve ikinci beyin olarak da tanımlanan bağırsakların sağlığı, tüm metabolizmayı etkilemektedir. Bağırsaklar dendiğinde ilk akla gelen sindirim sistemimizdeki görevleridir. Sindirim burada tamamlanır, besin öğelerinin, suyun ve vitamin-minerallerin neredeyse tamamen emildiği yer bağırsaklarımızdır.

Bağırsaklarımızdaki emilimi basitçe anlatmak gerekirse, bağırsak hücreleri arasındaki sıkı bağlar filtre görevi görür. Bu şekilde oluşturulmuş filtreye benzer yapı, bağırsaklardan kana sadece besin öğeleri, su, vitamin-mineraller gibi yararlı bileşenlerin geçmesine izin verir. Bağırsaklarımızdaki bu sıkı bağların bozulması sonucunda ise Geçirgen Bağırsak Sendromu dediğimiz problem meydana gelmektedir. Normalden daha geçirgen hale gelen bağırsaklar sebebiyle kana, yararlı bileşikler ile birlikte tam olarak sindirilmemiş besin öğeleri, zararlı organizmalar veya toksinler de karışabilmektedir. Bunun sonucunda da çeşitli metabolik bozukluklar meydana gelmeye başlar.


Hastalığın adı geçirgen bağırsak sendromu olduğundan, yalnızca sindirim sistemi sorunlarıyla belirti veren bir hastalık olduğunu düşünülüyor. Gerçekte ise, tüm metabolik faaliyetleri etkileyebilen bir sendromdur. Örnek vermek gerekirse pek çok gıdaya karşı ortaya çıkan alerjiler, enerji düşüklüğü, eklem ağrıları, fibromiyalji, migren, otoimmün hastalıkların tamamı, tiroid hastalıkları, metabolizma bozukluğu, obezite, diyabet, hipertansiyon, otizm gibi birçok sorunun altında geçirgen bağırsak sendromunun olabileceği düşünülmektedir.


Bağırsaklarımızdaki geçirgenliğin artmasının beslenme yanlışları, kronik stres, toksinler, bağırsak florasının bozukluğu gibi nedenlerden kaynaklanabileceği düşünülmektedir. Ancak net bir şekilde bilinen, bu sendromun inflamasyon kaynaklı oluşudur. İnflamasyon, vücudun savunma mekanizmasının verdiği bir cevaptır. Eğer kanda tanınmayan bir bileşik tespit edilirse, savunma sistemi hücreleri bu bölgeye saldırmaya başlar. Örnek olarak, bağırsaklarımız sürekli glüten, kazein gibi alerjen maddelerle temas ederse sürekli olarak bir inflamasyon söz konusu olur ve bunun sonucunda bağırsak hücrelerinin yapısında ve bağırsaklarda yaşayan dost bakterilerin işlevinde bozulmalar meydana gelebilir. Hepsinin sonucunda da bağırsak geçirgenliğinde artış meydana gelebilmektedir.

Bağırsaklarımızda yaşayan dost bakterilerden daha önceki yazılarımızda da bahsetmiştik. Probiyotikler, filtreye benzer yapının üzerinde bir tabaka oluşturarak bağırsak geçirgenliği konusunda aktif rol oynarlar. Buradaki dost bakterilerden oluşmuş sağlığa faydalı tabaka yapısı bozulduğunda ise, bu bölgelerde patolojik olan bakteriler yerleşmekte ve hastalık etmenleri de bu yollardan kolaylıkla vücuda girebilmektedir. Sonuç olarak bağırsak florasındaki bu olumsuz değişimler sebebi ile de bağırsak geçirgenliği artabilmektedir.

Bağırsak geçirgenliğinin artışı, Zonulin adı verilen bir proteinin analizi ile tespit edilebilmektedir. Zonulin, bağırsak hücrelerini bir arada tutmaya yarayan proteindir. Ancak, bu proteinin aşırı derecede artışı da bağırsak geçirgenliğini artırmaktadır. Proteinin artışı, kan testleri yardımıyla kolaylıkla tespit edilebilmektedir.
Geçirgen Bağırsak Sendromunu ortadan kaldırmak için, öncelikle bağırsağı tehdit eden etmenler ortadan kaldırılır, sonrasında da sağlıklı beslenme alışkanlığı kazandırılması amaçlanır. Tahrip olan bağırsak onarıldıktan sonra ise, uygun probiyotik takviyesiyle destek yapılır.

Mora Terapi yöntemi ile yapılan bağırsak terapilerinde, şimdiye kadar bağırsağı tehdit etmiş olan besinlerin frekansları vücuttan silinerek bu besinlere karşı isteksizlik oluşturulur. Mora frekans tedavileri ile bağırsaklarda çeşitli sebeplerle meydana gelmiş olan hasar giderilmiş olur ve birikmiş olan toksin maddeler vücuttan uzaklaştırılır. Üç aylık glütenden kısıtlı ve basit şeker içermeyen bir beslenme protokolüyle sağlıklı beslenme davranışı oluşturulur. Aynı zamanda bu beslenme planı, kefir, yoğurt gibi probiyotik besinlerden zengindir bu şekilde bağırsaklardaki flora desteklenmiş olur. Bağırsak florasının tam olarak onarılması için dışarıdan probiyotik takviyesi de önerilmektedir. 



27 Temmuz 2018 Cuma

DOĞAL BESLENME NE DEMEKTİR? NEDEN ÖNEMLİDİR?


Sağlıklı beslendiğinizi düşünüyor olabilirsiniz. Ancak seçtiğiniz besinlerin de sizin kadar sağlıklı olup olmadığını hiç sorgulamış mıydınız?

Doğal beslenme bir diğer adıyla organik beslenmeyi mutlaka duymuşsunuzdur. Peki doğal beslenmek ne demektir? Gerçekten gerekli midir? Doğal beslenebilmek için neler yapılabilir? Bu yazımızda biraz bunlara dikkat çekmek istiyoruz.


Organik besinleri temel alan beslenme düzenine doğal beslenme yani organik beslenme denir. Organik besinler ise tarım ilaçları, hormon, kimyasal maddeler kullanılmadan üretilen besinlerdir. Günümüzde şehir hayatının, insanları hazır ürün tüketimine itmesi doğal beslenme alışkanlığını zorlaştırmaktadır. Buna paralel olarak obezite ve birçok kronik hastalık hızla artmaya devam etmektedir. Kırsal kesimde genel olarak daha uzun ve sağlıklı yaşam sürülmesindeki en büyük etkenlerden birinin organik beslenme alışkanlığı olduğu düşünülmektedir.


Organik tarımda, doğal gübreleme ile besinlere ilaç kalıntısı bulaşmadan organik ürünler üretilmektedir. Bu yüzden organik ürün kullanımı hem doğaya hem de sağlığımıza daha faydalıdır. Kullanılan tarım ilaçları ile toprak kirlenmekte ve bu besinleri tüketen bireylerde kanser oluşma riski artmaktadır.

Teknolojinin gelişmesiyle ve zamandan tasarruf sağlayabilmek adına geliştirilen yöntemler ile tarımda verimin artırılması, daha kısa sürede daha fazla ürün elde etme gibi nedenlerle tarım ürünlerinin yetiştirilmesinde kimyasal maddeler kullanılmaktadır. Meyve ve sebzelerdeki tarım ilacı kalıntıları, GDO' lu tohumlar, antibiyotikli sütler, mısır şurubu içeren ballar, hastalıklı etler, hormonlu tavuklarla ilgili birçok iddia ve araştırma söz konusudur. Maalesef araştırmalar da bunları destekler niteliktedir.

Peki doğal besin tüketiminin bize ne gibi faydaları olabilir? Kimyasal madde içermediklerinden vücutta kimyasal madde birikimi yapmazlar ve organ hasarını engellemiş olurlar. Bu nedenle çocukların tüketimi için de uygundur. Vitamin ve mineral içeriklerinin yüksek olması sebebiyle çeşitli hastalıkla mücadele edebilirler. Aynı zamanda antioksidan içerikleri de fazla olacağından kanserden korunmada da etkilidirler. Diğer bir açıdan bakıldığında ise; tarım topraklarının daha az kirlenmesini sağlarlar. Ancak üretim miktarı az olan bu ürünlerin fiyatı diğer modern tarım ile yetiştirilen besinlerden maalesef daha pahalı olarak satılmaktadır. Bu da bu besinlere herkesin ulaşımını engellemektedir.  Sağlık için faydaları göz ardı edilemeyeceğinden, imkanlarınız dahilinde ulaşabildiğiniz besinlerin organik olmasına dikkat ederek, ilerleyen yaşlarda hipertansiyon, obezite, kalp ve damar hastalıkları, kanser gibi hastalıkların oluşumunun önlenmesini sağlayabilirsiniz.

Gelelim doğal-organik ürünler hakkında kimlere güvenebiliriz ve nereden alabiliriz sorularımıza.  Herhangi bir pazarda satılan doğal ürünlerden emin olamayabilirsiniz ancak ekolojik pazarlarda satılan ürünlerin tümünün organik sertifikalı olduğuna güvenebilirsiniz.

Şimdiye kadar ben hiç önemsememiştim ama artık ben de dikkat edeceğim doğal beslenmeye diyorsanız, geç kalmış sayılmazsınız. Vücudunuzda şimdiye kadar birikmiş olabilecek kimyasallar veya bozulmuş metabolizmanız için Mora Terapiden yardım alabilirsiniz. Mora Terapi yöntemiyle vücudunuz kimyasallardan arınır, metabolizma düzenlenir, doğal hayatınıza sıfırdan başlamış olursunuz. 



20 Temmuz 2018 Cuma

TOK TUTAN BESİNLER

Besinlerin tokluk hissi verme sürelerini, içerdikleri protein, posa, yağ miktarları belirler. Bu doğrultuda bazı yiyecekler daha uzun süre tok hissetmemizi sağlar. Diyet yaparken veya gün içinde canınız bir şeyler atıştırmak istediğinde tüketebileceğiniz ve bu şekilde size kilo kontrolde de yardımcı olabilecek besinleri sizler için bir araya getirdik.



·         Yumurta: Tok tutma konusunda isim yapmış bir besin olan yumurta, tabi ki de listemizin başında yer almalıydı. Yumurta proteini, anne sütünden sonra vücutta kullanılabilirliği en yüksek olan proteindir. Yumurtanın sarısı E vitamini içerir ve yağlı yapısıyla uzun süre tok tutar. Ayrıca yapılan araştırmalarda, güne yumurtayla başlayan bireylerin gün içinde daha az kalori aldıkları kanıtlanmış.

·         Yulaf ezmesi: Yulaf, diğer tahıllara göre daha yüksek oranda çözünür posa içerir. Posa içeriği sayesinde tok tutan besinler arasında önemli bir yer kazanmıştır. Kan şekerini ve mide-bağırsak fonksiyonlarını düzenleyici etkisi de vardır. Yulaf az kalorisi ve doygunluk hissi sağlaması bakımından kilo vermek isteyenler için sağlıklı bir alternatiftir.

·         Badem: Enerji ve besin öğesi değerleri oldukça yüksek olan badem; karbonhidrat, protein, doymamış yağ, lif, fosfor, kalsiyum, demir, potasyum, magnezyum, çinko, A, B, C ve E vitamini içerir. İçeriğinde bulunan yağlar sayesinde tokluk hissi oluşturur. Ancak porsiyon kontrolü çok önemlidir. Ara öğünlerde 10-12 çiğ badem yemeniz ideal olacaktır.

·         Süt-Yoğurt-Peynir: Protein, kalsiyum, fosfor, riboflavin ve B12 vitamini olmak üzere birçok vitamin ve mineral bakımından zengin olan süt ve süt ürünleri, özellikle kalsiyum içerikleriyle bel çevresindeki yağlanma ile savaşırlar. Fermente süt ürünleri, içerdikleri probiyotik bakterilerle bağırsak dostudur, sindirim sistemini rahatlatır ve bağışıklık sistemini güçlendirirler. Süt ve süt ürünleri proteinden zengin, aynı zamanda dengeli karbonhidrat ve yağ içerikleri sayesinde uzun süre tok tutarlar.

·         Chia tohumu: Chia tohumu, özellikle son zamanlarda farklı birçok alanda adını duyurmuş, çeşitli faydalarının yanı sıra tok tutma konusunda da uzman bir besindir. Su veya süt ile birleştiğinde şişen ve jelleşen yapısı sayesinde uzun süre tokluk hissi sağlamaktadır.

·         Avokado: Zengin yağ ve lif içeriği sayesinde tok tutan besinlerden biri de avokadodur. Yağ içeriği yüksek olduğundan porsiyon kontrolüne dikkat edilmesi gereken bir besindir. Yağ kullanmadığınız zamanlarda, salatalarınıza yarım avokado dilimleyerek yeterli miktarı tüketmiş olacaksınız.

·         Mevsim yeşillikleri: Roka, dereotu, maydanoz, marul, semizotu, ıspanak gibi yeşillikler içeriğindeki posa sayesinde tokluk hissini desteklemektedir. Öğünlerinize dahil edeceğiniz yeşillikler, kilo kontrolünde ve bağırsak sağlığınızın korunmasında en büyük destekçiniz olacaktır.

·         Baklagiller: Nohut, mercimek ve barbunya gibi baklagiller lif, protein, kaliteli karbonhidrat, antioksidan ve vitamin bakımından oldukça zengindir. Bu sayede uzun süre tokluk hissetmenizi sağlar.

Mora terapi yöntemiyle yapılan bağırsak terapisi ve kilo kontrolü seanslarından sonra yukarıda bahsettiğimiz sağlıklı alternatifleri belirtilen miktarlarda kullanarak, hem daha sağlıklı bağırsaklara kavuşmuş olursunuz hem de daha sağlıklı yeme alışkanlıkları kazanmış olursunuz.

4 Haziran 2018 Pazartesi

DİRENÇLİ KİLOLARINIZIN SEBEBİ GIDA DUYARLILIĞI OLABİLİR Mİ?


‘Yediklerime dikkat ediyorum, spor yapıyorum ancak bir türlü kilo veremiyorum’ diyenlerin dikkatine! Kilo verememenin sebepleri, hormonel veya metabolik rahatsızlıklar olabilir. Ancak bu sebeplerin arasında daha sinsi ilerleyen bir sebep daha var. Gelin birlikte inceleyelim…


Bağırsaklar sadece besinleri sindirimi ve emiliminde görevli değildir. Aynı zamanda en önemli özelliklerinden biri de vücudun korunmasında görevli bağışıklık sistemi hücrelerinin %70-80 inine sahip olmasıdır. Bağırsaklarımız, besinlerin sindirimi sonucunda oluşan yararlı bileşenleri vücuda geri emerken, zararlı bileşenleri vücuttan uzaklaştırmaktadır. Ancak günümüzdeki stresli yaşam şartları, bilinçsiz ilaç kullanımı, gıda katkı maddeleri veya maruz kalınan ağır metaller, toksin maddelerin sonucunda bağırsaklarımız olduğundan daha geçirgen hale gelmektedir. Tam olarak parçalanamadan kana geçen gıdalar, bağışıklık sistemimiz tarafından tanınamazlar ve yabancı bir maddeymiş gibi saldırıya uğrarlar. Bunun sonucunda da vücutta iltihaplanmalar ve çeşitli belirtiler görülmeye başlar.

Duyarlılık oluşan gıdalara karşı oluşan belirtiler ve şiddetleri kişiden kişiye değişmektedir. Gözlemlenebilecek belirtilerden bazıları: kabızlık, gaz, hazımsızlık gibi sindirim sistemi şikayetleri, deri döküntüleri, egzama, halsizlik, baş ağrısı, migren, kronik yorgunluk ve romatizmal şikayetlerdir.

Yapılan araştırmalarda, vücutta oluşabilecek iltihaplanmaların insülin direnci de oluşturabileceği düşünülmektedir. Oluşan insülin direnci ise kilo vermeyi zorlaştıran hatta obeziteye sebebiyet verebilen önemli bir faktördür. Obeziteyle birlikte biriken yağ dokusu stres hormanlarının artmasına sebep olur ve bunun sonucunda iltihaplanma artar. Kısır döngüyü bozabilmek için kişinin mutlaka gıda duyarlılıkları ve gıda alerjisi olup olmadığı sorgulanmalıdır.

Vücuttaki iltihabi durumun depresyonla ilişki mekanizması henüz net değil ancak, son yıllarda bu konuyla ilgili yapılan bazı çalışmalarda, gıda duyarlılıklarına bağlı bağırsaklarda meydana gelebilecek iltihaplanmaların, yaklaşık %95’i ince bağırsaklardan salgılanan seratonin hormonunun salgılanmasını olumsuz etkileyebileceği tartışılmaktadır. Seratonin hormonu eksikliği ise duygu durum bozukluklarına sebebiyet verebilmektedir. Duygu durum bozukluğu da yanlış beslenme alışkanlığının oluşmasında büyük bir etkendir.

Verdiğimiz tüm örneklerde olduğu gibi, çözüm sağlıklı beslenme alışkanlığının oluşturulması, vücutta beklenmedik belirtilere sebep olan besin bileşenlerinin diyetten uzaklaştırılmasıdır. Bizim de Mora Terapi yöntemiyle yaptığımız alerji terapilerin temeli, alerjen madde frekanslarının vücuttan silinmesidir. Bu şekilde izlem süreci boyunca vücuttan uzaklaştırılan ve aynı zamanda vücuttaki izleri silinen alerjenler, tedavinin sonunda eser miktarda alındığı veya gözden kaçıp tüketildikleri zaman eskisi gibi vücutta belirti yaratmamaya başlar. Aynı zamanda tedavide kullandığımız renk terapileri duygu durum bozuklukları için birebirdir.

18 Mayıs 2018 Cuma

PREBİYOTİKLER SİNDİRİM SİSTEMİMİZİ NASIL DESTEKLER?



Son zamanlarda sürekli konuşulan, bağırsaklarımızın doğru çalışabilmesi ve bununla birlikte tüm vücudumuzun sağlıklı olabilmesi için gerekli probiyotiklerin, vücudumuz için daha yararlı olabilmelerini destekleyen prebiyotiklerden bahsetmek istiyoruz bu yazımızda.  Nedir bu prebiyotikler?
Sindirim sistemimizde, sindirime uğramadan kalın bağırsaklara kadar ulaşabilen, kalın bağırsaktaki faydalı bakteri gruplarının (Bifidobacterium ve Lactobacilluslar gibi) besin olarak kullanabildikleri, bu bakterilerin çoğalabilmelerini ve aktivite gösterebilmelerini destekleyen besin bileşenlerine prebiyotik denmektedir. Kısaca probiyotiklerimizin enerji kaynaklarıdır diyebiliriz.

Prebiyotikler, besin lifleri olarak da tanımlanabilir ancak her lifli besinin prebiyotik olmadığı unutulmamalıdır. Bir besini prebiyotik olarak sınıflandırabilmemiz için, sindirime dirençli olması, kalın bağırsaklardaki sağlık için gerekli bir veya belirli sayıda bakteri tarafından kullanılabiliyor olması, bu bakterilerin büyümesini ve aktivite gösterebilmesini sağlaması gerekmektedir.

Prebiyotikler çoğu etkilerini kendileri değil, bağırsaklardaki yararlı bakterilerin üzerinde yaptıkları değişikliklerle gösterirler. En önemli görevlerinden bazıları; probiyotiklerin bağırsaklarda yaşayabilmeleri ve aktivite gösterebilmelerini sağlayarak, vitamin sentezi ve mineral madde emilimini artırmak, bağışıklık sistemini güçlendirmektir. Aynı zamanda sindirim sistemini düzenlerler, bağırsaklarda zararlı bakterilerin üremelerine engel olurlar, kalın bağırsak kanseri riskini azaltırlar ve kan kolesterol düzeylerini düşürürler.

Peki prebiyotikleri günlük beslenmemize nasıl ekleyebiliriz? Prebiyotik açıdan zengin besinlere; Hindiba, enginar, taze fasulye, nohut, buğday, arpa, çavdar, soğan, sarımsak, muz, kuşkonmaz, pırasa, yer elması, bamya, yeşil bakla, pazı, ıspanak, lahana, karnabahar, brokoli, kerevizin yeşil yaprakları, semizotu, bulgur, mercimek, keten tohumu, kuru fasulye ve barbunya örnek olarak verilebilmektedir.

Türk Gıda Kodeksi Etiketleme Yönetmeliği’nde, beklenen etkilerin görülebilmesi için prebiyotik bileşen tüketiminin en az 5gr/gün olması gerektiği belirtilmiştir. Günlük olarak besinlerden karşılanabilecek doz kişinin tolerasyonuna göre değişmektedir. Genel bir örnek verecek olursak; bir porsiyon pırasa yemeği veya bir küçük boy muz veya bir küçük boy soğan/sarımsak günlük ihtiyacımızı karşılayabilmektedir. Her gün prebiyotik açısından zengin besinlerden en az 1-2 tanesini diyetimize eklemek faydalı olacaktır. Prebiyotiklerin besinlerle alımının yetersiz olduğu düşünüldüğü durumlarda gıda takviyesi olarak mutlaka beslenme planına eklenmelidir.

Mora terapi yöntemi ile çalışılan kilo kontrolü, metabolik sendrom, insülin direnci, bağırsak mantarı temizliği ve geçirgen bağırsak sendromu gibi pek çok rahatsızlıkta, kişilere verilen probiyotikler, prebiyotiklerle desteklenmektedir.