30 Aralık 2019 Pazartesi

GÜNLÜK ÖĞÜNLERİNİZE DAHA FAZLA LİF EKLEYEREK KRONİK HASTALIKLARIN ÖNÜNE GEÇEBİLİRSİNİZ



GÜNLÜK ÖĞÜNLERİNİZE DAHA FAZLA LİF EKLEYEREK KRONİK HASTALIKLARIN ÖNÜNE GEÇEBİLİRSİNİZ


Her gün yeterince lif tüketiyor musunuz? Kadınlar için önerilen günlük lif alım miktarı 25 gr (yaklaşık 1,5 fincan baklagil), erkekler için önerilen günlük lif alım miktarı ise 38 gr’dır.

Dünya Sağlık Örgütü tarafından yaptırılan ve Ocak 2019’da yayınlanan bir çalışmada lifli beslenmenin neden sağlık açısından önemli olduğu açıklanıyor. Lif bakımından zengin gıdalarla beslenenler ile lif bakımından zayıf gıdalarla beslenenler karşılaştırıldı. Görülen o ki, düzenli olarak lif bakımından zengin gıdalarla beslenen kişilerin kronik hastalıklara yakalanma ve ölüm riski azalıyor.

Her gün yenen diyet lifteki her 8 gr’lık artış kalp hastalığı, diyabet, kanser vakaları ve ölüm sayısında %5 ile %27 oranında bir azalmaya neden oluyor. Klinik çalışmaları yapanlar günde 25 ila 29 gr lif yemenin yeterli olduğunu ancak günde 30 gr’dan fazla yendiği zaman daha fazla korunma sağlanabildiğini söylüyorlar.

Muhtemelen liflerin sağlıklı olduğunu biliyorsunuz ancak yeterince alıp almadığınızı bilmiyorsunuz. Bir yetişkin ortalama günde 15 gr kadar lif tüketiyor. Bu rakamın en az 2 katına çıkartmak gerek.

Bunun için günlük beslenmenizde dikkat edebileceğiniz şeyler var. Daha fazla sebze, meyve, kepekli tahıllar ve bakliyat tüketimine dikkat etmek mesela.

Başlıca lif kaynağı olarak; fasulye (her türlü kuru ve yeşil), bezelye, börülce, enginar, tam buğday unu, bulgur, kepek, yulaf, kuru erik.




Ayrıca; nohut, brokoli, bamya, marul, koyu yeşil yapraklı sebzeler, karnabahar, tatlı patates, havuç, kabak, lahana, kepekli makarna, fındık, kuru üzüm, armut, çilek, portakal, muz, elma da iyi birer lif kaynaklarıdır.

Beyaz un, beyaz ekmek, beyaz makarna ve beyaz pirinç gibi rafine tahıl ürünlerini de tam tahıl olanlarla (kepekli ekmek, tam tahıl ekmeği, kepekli makarna, esmer pirinç) değiştirmek de diyetinizdeki lif miktarını arttırmak için harika bir yoldur.


Lifler suda çözünebilir ve çözünemez olarak 2’ye ayrılır.

Tüm bitkisel besinlerde farklı oranlarda lif bulunur. Bunların kimi suda çözünebilir, kimi de çözünemezdir.

Çözünebilir lif alımı kötü kolestrolün (LDL) düşürülmesi, kan şekerinin düzenlenmesi, tip2 diyabet riskinin düşürülmesi için önemlidir. Fasulye, bezelye, mercimek, yulaf ezmesi, yulaf kepeği, fındık, elma, armut ve çilek’te bulunur.

Çözünemez lif alımı, vücudun sağlıklı işlemesine yardımcı olur, kabızlığın önler ve divertiküler hastalıkların oluşmasını engeller. Kepekli tahıllarda, kepekli kuskus, arpa, kahverengi pirinç, bulgur, buğday kepeği, havuç, salatalık, kabak, kereviz, yeşil fasulye, koyu yapraklı sebzeler, kuru üzüm ve domateste bulunur.

Yüksek lifli gıdalar ayrıca uzun süre tokluk hissi de verirler. Dolayısıyla sık sık atıştırmak zorunda kalmazsınız.

Ayrıca kolon kanseri gibi kanser çeşitleriyle lif alımı arasında direkt bir bağlantı olduğu söyleniyor. Yani yüksek lifli beslenmek bu tip kanserlere yakalanma riskini azaltıyor.

Diyetinizdeki lifi kademeli olarak arttırmak ve bol su tüketmek en iyisi. Ve lif tüketiminizi olabildiğince günün farklı zamanlarına yayın. Böylelikle sindirim sisteminiz de rahatlıkla uyum gösterecektir.

Sağlık dolu, mutluluk dolu, uzun bir ömür diliyoruz.



6 Aralık 2019 Cuma

5 ELEMENT MÜZİK TERAPİSİNİN FAYDALARI


Müziğin terapatik amaçlarla kullanıldığını uzun zamandır biliyoruz. Duyguları hemen etkilemesi nedeniyle özellikle duygu durum bozukluklarında, stres ve depresyonu azaltmak veya önlemek amacıyla kullanılmaktadır.

Müziğin vücuttaki doğal endorfini de arttırdığına dair çalışmalar mevcuttur. Dolayısıyla aslında müzik terapisinin dünyanın pek çok yerinde uygulanması ve rehabilitasyon programlarına dahil edilmesi hiç şaşırtıcı değildir.

Ancak 5 Element Müzik terapisinin klasik batı müziği terapisinden çok farklı olduğu yönler vardır. Çin’in ilk tıbbi metinlerini içeren “The Yellow Empiror’s Clasical Medicine” kitabında 2300 yıl önce müziğin terapi olarak kullanıldığı yazar. Yani Çin Tıbbı’nın ilk zamanlarından beri müzik terapisi kullanılmaktadır. TCM içerisindeki müzik terapisinin rolü, 5 Element Teorisi ile doğrudan ilişkilidir.

5 Elementli Müzik terapisi vücut sistemleri içerisindeki değişimleri tanımlar, yani bir sistemler teorisidir. Vücut sistemlerindeki değişim, doğadaki 5 element ile sembolize edilir: Ağaç, toprak, ateş, metal ve su. Her bir element renkler, iç organlar, tatlar, mevsimler, iklimsel durumlar, duygular ve bir spesifik nota ile ilişkilendirilir.





İlginç olan, klasik Çin müziğinin de 5 element teorisinde geçen sadece bu 5 nota ile bestelenmekte olmasıdır. Bu notalar; gong, zhi, jiao, yu ve shang’tır. Genellikle klasik Çin enstrümanları olan gong, davul ya da flüt gibi enstrümanlarla icra edilirler. Dolayısıyla aslında klasik Çin müziği de 5 Element Müzik Terapisini kendiliğinden yapmaktadır.

Elementler ve karşılık geldiği durumlar şu şekildedir;
AĞAÇ:
Ağaç yeşil ve mavi renklerine mevsimlerden ilkbahara, rüzgara ve öfkeye karşılık gelir. Organ sistemlerindeki karşılığı safra kesesi ve karaciğerdir. Yani bu organ sistemlerini iyileştirir.
“Jiao” ağaçla ilgili notadır. Batı müziği sistemindeki “mi” notasına benzer. Bu nota depresyonu tedavi eder ve vücut enerjisi “qi”’nin düzgün şekilde işlev göstermesine yardımcı olur.
TOPRAK:
Bu element renklerden sarı, mevsimlerden yaz sonu, dalgın düşünceli duygu durumu ve nem ile ilişkilidir.  “Gong”, toprak elementiyle ilgili notadır. Klasik batı müziğinde “do” notasına karşılık gelir. Bu nota dalak ve böbrek organlarını güçlendirir.
ATEŞ:
Ateş elementi, kırmızı renge, mevsimlerden yaza, sıcağa ve neşe duygusuna karşılık gelir. Notası “zhi”’dir. Klasik batı müziğinde “sol majör” notasıyla örtüşür. Bu nota kalbi ve ince bağırsağı güçlendirir, besler.
METAL:
Metal elementi renklerden beyaz, mevsimlerden sonbahar, kuruluk ve keder duygusu ile ilişkilidir. Notası “shang”’tır. Klasik batı müziğinde bu “re” notasına karşılık gelir. Kalın bağırsak ve akciğeri koruma ve beslemeye yardımcı olur.
SU:
Su, siyah renge, soğuğa, kış mevsimine ve korku duygusuna karşılık gelir. Ayrıca böbrek ve mesane organlarıyla bağlantılıdır. Böbrekleri besleyip korurken, akciğerin ateşini azaltır. Notası “yu”’dur ve klasik batı müziğinde “la” notasıyla örtüşür.

5 Element müzik terapisinin sağlığa faydalarını araştıran çeşitli klinik çalışmalar mevcuttur. Kısaca 4 ana başlıkta bu faydalar şu şekilde özetlenebilir;
1-      Kanser Hastalarının yaşam kalitelerini arttırmaya yönelik faydaları vardır.

Konuyla ilgili 2013 yılında Çin’de bir grup hasta üzerinde bir araştırma yapıldı. Çalışma için 170 hasta 3 gruba ayrıldı. 5 Element Müzik terapisi alan 68 hasta, Klasik batı müziği terapisi alan 68 hasta ve hiç müzik dinlemeyen 34 hasta şeklinde.
Müzik grupları günde 30 dakika haftanın 5 günü ve toplamda 3 hafta boyunca müzik dinlediler. Araştırmacılar hastaların müzik tedavi öncesi ve sonrası Karnofsky Skoru ve Yaşam Kalite Indekslerini (Hostice Quality Life Indeks) değerlendirdiler. 5 Element Müzik terapisi dinleyen grubun her iki puanı da diğer gruplardan anlamlı derecede daha iyiydi.


2-      Mevsimsel affektif bozukluklarda etkilidir.

Mevsimsel Affektif Bozukluk (MDB) mevsimlerle birlikte nükseden duygu durum bozuklukları veya depresyon olarak da bilinir.  Bu durumdaki kişiler kötü bir halinden fazlasını yaşarlar. Majör depresyonun mevsimsel örüntüye bağlı olarak görülme halidir. Genellikle üzüntülü ruh hali ve düşük enerji ile karakterizedir. Ağlama eğilimi, yorgunluk, halsizlik, konsantrasyonda zayıflık, günlük aktivitelerde azalma, karbonhidrat ve şeker tüketimini arttırma gibi durumlar görülür.
Yine Çin’de 2014 yılında yapılmış bir çalışmada 5 Element Müzik terapisinin MDB’li yaşlı hastaları iyileştirmeye yardımcı olduğu bulundu. Toplamda 50 hasta seçildi. Bunun yarısı 5 Element Müsik Terapisi grubuna diğer yarısı da müzik dinlemeyen kontrol grubuna alındı. Element Müzik Terapisi grubu üyeleri 8 hafta boyunca haftada 1-2 saat kadar müzik dinlediler. Sonuçta 5 Element Müzik Terapisinin iç huzuru arttırdığını ve MDB rahatsızlığının yarattığı duygu durum bozukluklarını azalttığı sonucunu buldular.

3-      Depresyonu azaltıyor.
Klinik depresyon günümüz toplumlarında özellikle batı ülkelerinde neredeyse nüfusun %10’unu etkileyecek kadar fazla sayıda görülmektedir. Kadınlarda görülme sıklığı erkeklerdekinin 2 katı kadardır. Depresyon hastaları genelde suçlu, umutsuz, öfkeli, huzursuz ve değersiz hissetmektedirler. Depresyon ayrıca ne yazık ki bağışıklık sistemini zayıflatmakta, sıklıkla diğer kronik hastalıklara kapı açmaktadır.
Amerika’da yapılan bir çalışmada 5 Element Müzik terapisinin depresyon bulgularını hayli azalttığı tespit edilmiştir. Bu çalışma 71 depresif öğrenci üzerinde yapıldı. 31’i 5 Element Müzik terapi grubuna alınırken 40 tanesi kontrol grubunda kaldı.
Araştırmacılar öğrencilerin tükürük kortizol seviyelerini ölçtüler. Ayrıca Ergenler için hazırlanmış olan “Depresyon Raporu Envanteri” kullanılarak katılımcılar değerlendirildi. Zaman içinde 5 Element Müzik grubunda olan katılımcılardaki tükürük kortizol seviyeleri ve test öncesine göre Envanter raporu puanları önemli ölçüde düştü.

4-      Kronik Yorgunluk Sendromunu azaltıyor
Kronik yorgunluk Sendromu, 6 aydan uzun süren şiddetli yorgunluk olarak tanımlanır. Rahatsızlığın diğer semptomları iştahsızlık, çabuk yorulma, depresyon, anksiyete, konsantre olma güçlüğü, uyku sorunlarıdır.
2015 Yılında Çin’de yapılan bir araştırmada toprak (gong) ve ahşap(jiao) notalarının birleşiminden oluşan lixujieyu tarifinin kronik yorgunluık sendromu semptomplarını belirgin bir biçimde azalttığı tespit edildi. Bu tedavi aynı zamanda hastalardaki kas eklem ağrılarını da hafifletti.
Çalışma için günde 2 kez (toplam 45 dak), haftanın 5 günü 5 Element Müzik terapisi uygulandı.

Özet olarak biliyoruz ki klasik batı müziği terapilerinin de Alzheimer veya Parkinson gibi hastalıkların tedavilerinde olumlu etkileri var. Dolayısıyla Müzik Terapilerini bütüncül bakış açısı içerisinde her zaman kullanmak hastalara fayda sağlıyor..

Kesin olan şu ki; 5 Element Müzik terapisi yapılan çalışmalardan gördüğümüz kadarıyla kanser hastalarının yaşam kalitesini arttırmak, Mevsimsel Affektif Bozukluk ve depresyonu azaltmak ve kronik yorgunluk sendromunu hafifletmek gibi önemli katkıları var.

Hazırlayan: Dilşad Çelebi

Kaynaklar:
Jon Yaneff, Doctor Health Press, CNP, 18.05.2017
Gong, C., “Musical Therapy in Chinese Medicine,” The Edge Magazine, August 1, 2014; 
http://www.edgemagazine.net/2014/08/musical-therapy-in-chinese-medicine/.
“Music Therapy and the Five Elements,” Be Well with QiGong, December 15, 2008; 
http://bewellqigong.blogspot.ca/2008/12/music-therapy-and-five-elements.html.
Liao, J. et al., “Effects of Chinese medicine five-element music on the quality of life for advanced cancer patients: a randomized controlled trial,” Chinese Journal of Integrative Medicine, October 2013; 19(10): 736-740, doi: 
10.1007/s11655-013-1593-5.
Liu, X. et al., “Effects of five-element music therapy on elderly people with seasonal affective disorder in a Chinese nursing home,” Journal of Traditional Chinese Medicine, April 2014; 34(2): 159-161, doi: 
10.1016/S0254-6272(14)60071-6.
Chen, C.J. et al., “The effects of Chinese five-element music therapy on nursing students with depressed mood,” International Journal of Nursing Practice, April 2015; 21(2): 192-199, doi: 
10.1111/ijn.12236.
Zhang, Z. et al., “Effect of Lixujieyu recipe in combination with Five Elements music therapy on chronic fatigue syndrome,” Journal of Traditional Chinese Medicine, December 2015, 35(6): 637-641, doi: 
10.1016/S0254-6272(15)30152-7.
Zhang, Y., “The Mysteries of Five Element Music Therapy,” Macho Zapp, November 19, 2016; 
http://www.machozapp.com/blog0/2016/11/19/the-mysteries-of-five-element-music-therapy, last accessed May 15, 2017.

25 Kasım 2019 Pazartesi

BEYNİMİZ VE GIDALAR


Unutmayın beyniniz her zaman çalışır. Düşüncelerinizden hareketlerinize, nefes almanızdan kalp atışlarınıza ve hatta duygularınıza kadar her şeyinizle ilgilenir. 7/24 çalışır, siz uyurken bile. Bu beyninizin sürekli olarak yakıta ihtiyaç duyduğu anlamına gelir. Bu yakıt tükettiğiniz yiyeceklerden gelir. Ve yakıt olarak ne seçtiğiniz her zaman fark yaratır. Daha basit söylemek gerekirse, yedikleriniz doğrudan beyninizin yapısını, işlevini ve ruh halinizi etkiliyor.

Pahalı bir otomobil gibi, beyniniz yalnızca premium yakıt aldığında en iyi şekilde çalışır. Çok sayıda vitamin, mineral ve antioksidan içeren yüksek kaliteli yiyecekleri yemek beyni besler ve oksidatif strese karşı korur.

Oysa düşük kaliteli yakıt aldığında (işlenmiş veya rafine gıdalar gibi) beyin zarar görür. Yüksek rafine şeker içerikli bir diyet beyne kesinlikle zarar vericidir. Vücudunuzun insülin direnci mekanizmasını bozmanın yanı sıra, vücuttaki iltihabı (enflamasyonu) ve oksidatif stresi arttırır. Çok sayıda bilimsel araştırma, rafine şeker oranı yüksek diyetler ile beyin işlev bozuklukları ve hatta depresyon gibi duygu durum bozuklukları arasındaki ilişkiyi ispatlamaktadır.

Beyniniz kaliteli beslenmeden mahrum kaldığında serbest radikaller ve enflamatuar hücreler beynin kapalı alanı içerisinde dolaşır ve dolayısıyla beynin dokusu zarar görür. Mantıklı değil mi? İlginç olan tıp dünyasının uzun yıllar beslenme ile duygu durum arasındaki bağlantıyı farkedememiş olmasıdır.

Neyse ki günümüzde, psikiyatri bilimi, aynı zamanda beslenme ile ilgilenmeye başlamış ve yalnızca ne yediğiniz, ne hissettiğiniz ve nihayetinde nasıl davrandığınızla değil aynı zamanda bağırsaklarınızda yaşayan bakteri türleri arasındaki korelasyonu bile araştırmaktadır.

Kesinlikle emin olmanız gereken şey, yediğiniz yiyeceklerin nasıl hissettiğinizi etkilediğidir.







Serotonin, uyku ve iştahı düzenleyen, duygu durum değişikliklerine aracılık eden ve ağrıyı engelleyen bir nörotransmitterdir. Serotoninin yaklaşık %95’i gastrointestinal kanalınızda üretilir. Gastrointestinal (sindirim) sisteminiz yüz milyon sinir hücresi veya nöronlarla kaplıdır. Sindirim sisteminiz sadece sindirimden değil aynı zamanda duygularınızın yönlendirilmesinden de sorumludur. Sindirim sisteminizdeki nöronların işlevleri, bağırsak mikrobiyotanızı oluşturan milyarlarca “iyi” bakteri tarafından etkilenir. Bu bakteriler tüm vücut sağlığınız için önemli bir rol oynarlar. Bağırsak zarınızı zararlı bakterilere ve toksiklere karşı güçlü bir bariyer oluşturarak korunmasını sağlarlar. Vücuttaki enflamasyonu sınırlandırırlar; aldığımız gıdalardan yararlı yapı maddelerinin emilimlerini sağlarlar ve doğrudan bağırsaklar ve beyin arasındaki sinir yollarını aktive ederler.

Araştırmalar probiyotik kullananlarda endişe düzeylerinin, stres algılarının ve genel zihinsel durumlarının olumlu ve fark edilebilir şekilde değiştiğini göstermektedir. Aynı şekilde Akdeniz diyeti veya geleneksel Japon diyeti ile beslenenlerin klasik Batı diyetiyle beslenenlere oranla depresyon riskinin %25-%35 oranında daha düşük olduğunu da göstermektedir. Bilim insanları Akdeniz veya geleneksel Japon diyetini önerirler çünkü Akdeniz veya geleneksel Japon diyeti yüksek miktarda sebze, meyve, işlenmemiş tahıllar, balık ve deniz ürünleri ağırlıklıdır ve sadece mütevazi oranda et ve yağsız süt ürünleri bulunmaktadır. Ayrıca klasik batı diyetinde bolca olan, rafine un ve şeker Akdeniz veya geleneksel Japon diyetinde yoktur ve ek olarak çokça işlenmemiş ve fermente gıdalar içerir. Bu gıdalar da insan vücudunda zaten doğal probiyotikler gibi davranırlar.

Unutmayın bağırsak floranızdaki iyi bakteriler sadece neyi sindirdiğiniz ve hangi yapısal maddeleri emecekleriyle ilgilenmekle kalmayıp aynı zamanda vücudunuzdaki enflamasyon derecesini ve duygu durumlarınızdaki değişimleri de etkiler.

Peki ne yapabilirsiniz? Farklı yiyecekler yediğinizde nasıl hissettiğinize daha çok dikkat edin. Bir zaman aralığı belirleyerek sadece temiz bir diyetle doğal besinleri tercih edin. Diyetinize doğal fermente ürünleri de (turşu, kefir vb) eklemeyi ihmal etmeyin. Hatta tahılı bile kesmek bir süreliğine güzel bir çözüm olabilir. Vücudunuzdaki değişimleri ve özellikle duygu durumunuzdaki düzelmeyi göreceksiniz. Böyle bir diyet sonrası hem fiziksel, hem duygusal olarak ne kadar iyi hissettiğinizi fark edeceksiniz.

Ya da siz, en iyisi Mora Terapi kilo tedavileri adı altında uyguladığımız 3 aylık programımıza gelin. Çünkü aslen bağırsakları tamamen sağlıklı hale getirmek üzerine, yukarıda bahsedilen tarzda rafine şeker ve rafine tüm gıdalardan arındırılmış, doğal, Akdeniz diyetine çok yakın bir diyet uyguladığımız 3 aylık bir protokol. Üstelik rafine gıdalara ve özellikle karbonhidrat ve şekere olan bağımlılığınızı ortadan kaldırmaya yönelik olarak Mora Terapi cihazımızla uygulama da yaparak bu diyet protokolüne kolaylıkla uyum sağlamanıza yardımcı oluyoruz. Tek başınıza zorlanacağınız bir süreçte yanınızda olarak size destek veriyoruz. En büyük desteği de Mora cihazı veriyor. Fazla kilo bahane, sağlıklı olmak, sağlıklı duygular ve daha mutlu bir yaşam her şeydir.

Sağlık ve mutluluk dolu günler dileklerimizle.

Kaynaklar:

·         A systematic review and meta-analysis of dietary patterns and depression in community-dwelling adults 

The American Journal of Clinical Nutrition, Volume 99, Issue 1, January 2014

·         Mediterranean diet, stroke, cognitive impairment, and depression: A meta-analysis.


·         Relationship Between Diet and Mental Health in Children and Adolescents: A Systematic Review

Adrienne O’Neil, BA(Psych/Soc)(Hons), PhD,corresponding author Shae E. Quirk, BAppSci(Psych), GradDipPsych, Siobhan Housden, MA (Hons), Sharon L. Brennan, BA(Hons), PhD, GCALL, Lana J. Williams, BPsych, GradDipAppPsych, PhD, Assoc MAPS, Julie A. Pasco, BSc(Hons), Dip Ed, PhD, MEpi, Michael Berk, MBBCh, PhD, and Felice N. Jacka, PgDipSci, PhD

·         Mediterranean dietary pattern and depression: the PREDIMED randomized trial









6 Kasım 2019 Çarşamba

BEYİN SAĞLIĞINIZ İÇİN ÖNEMLİ VİTAMİN, MİNERAL VE NUTRASÖTİKLER NELERDİR?



Çeşitli yerlerde okumuş veya duymuşsunuzdur, ekstra vitamin ve takviyeler alarak beyninizi Alzheimer, demans gibi hastalıklardan koruyabilir veya hafızanızın çok daha güçlü olmasını sağlayabilirsiniz diye…

Peki gerçekten bu bilgiler doğru mu? Gerçekten “beyin vitamini” diye bir şey var mı? Vitaminlerin beyin sağlığı üzerindeki etkileri uzun süredir tartışılan konuların başında gelmektedir.

Vitaminler gerçekten beyin sağlığını olumlu yönde etkileyebilirler mi?

Gerçekte, beyniniz her zaman yeni bağlantılar yaratır ve kırılmış bağlantıları da sürekli onarır. Ve vitamin, mineral veya başka gıda takviyeleri bu prosesi destekleyebilirler. Ancak ne yazık ki çoğu insan doğru anahtar nitelikteki vitamin veya minerali yeterli şekilde alamıyor.

Sonuçta vitamin ve mineraller sizi daha akıllı yapmasalar da beyninizin sağlıklı bir şekilde çalışmasına yaptıkları katkı şüphe götürmez.




                         




Peki beyin sağlığı için en iyi vitamin ve mineraller nelerdir?

Tüm gıda takviyeleri sağlığımızı olumlu yönde etkilemekle birlikte özellikle bazıları beyin sağlığımız için çok önemlilerdir. Eğer sağlıklı olarak besleniyorsanız da pek çoğunu da zaten alıyorsunuzdur. Ancak ne yazık ki hala günümüzde sağlıklı beslenme alışkanlıkları istenilen düzeyde değil. Beyin için en önemli vitamin ve mineraller nelerdir gözden geçirelim;

B VİTAMİNLERİ: B vitaminleri Seratonin, dopamin ve GABA gibi anahtar nöro-transmitterlerin üretimine yardım ederler. Nöro-transmitterler beyinden vücudunuza gönderilen mesajların taşıyıcılarıdır. Hemen hemen tüm B vitaminleri beyin sağlığı için önemli olmakla birlikte özellikle B-12 ve B-9 vitaminlerinin önemi tartışılmazdır.

ANTİOKSİDAN VİTAMİNLER: Beyninizin işlevini gerçekleştirebilmesi için büyük bir enerjiye ihtiyacı vardır. İşlevleri sırasında oksidatif strese neden olan hastalıklara eğilim gösterir. Eğer vücudunuzda serbest radikal fazlalığı varsa, bu hücreleri etkileyerek oksidatif strese neden olur. Bu serbest radikaller, doğal olarak zaten üretilirler ancak fazlaca toksine veya strese maruz kaldığımızda üretimleri çok artar.
İşte tam bu yüzden C Vitamini, E Vitamini ve D Vitamini çok önemlidir. Çünkü antioksidan özellikleriyle serbest radikallerin beyninizde yaptığı hasara karşıt bir etki yaratırlar.

MİNERALLER: Besinsel mineraller, vücudunuzun fonksiyon göstermesi için gerekli olan kimyasal elementlerdir. Demir ve Lityum beyin sağlığımız için vazgeçilmez olanlar arasındadır. Demir, merkezi sinir sistemini, beyin de dahil olmak üzere regüle eder. Vücudunuz metabolik prosesler için demiri kullanır. Eksikliği düşüncede bulanıklığa ve hatta psikiyatrik semptomlara bile neden olabilir. Lityum ise “beyin canlandırıcı” olarak da bilinen çok önemli bir eser elementtir. Beyindeki gri madde oranını arttırır. Hatta egzersiz yapmak dışında, yeni beyin hücreleri oluşumunu arttırdığı bilinen tek element lityum oratat’tır.

NUTRASÖTİKLER: Bunlar ne vitamin, ne de minerallerdir. Nutrasötik terapötik etkileri nedeniyle kullanılan komponentlere verilen isimdir. Ve bunların da en önemlileri hepinizin bildiği Omega-3 Yağ Asitleri ve Probiyotklerdir. Omega-3 yağ asitleri nöronların ve hücre membranının yapı taşlarıdır. 3 Tip Omega-3 yağ asidi vardır; alfa-linolenik asit (ALA), eicosapentaenoik asit (EPA) ve docosaheksaneoik asit (DHA). EPA ve DHA vücut tarafından üretilir. Ancak ALA’yı gıdalardan veya gıda takviyelerinden karşılamak zorundayız. Diyetinize mutlaka omega-3 yağ asitlerini içeren gıdalar eklemeyi ihmal etmeyin. Probiyotiklerin de aynı şekilde beyin sağlığında direkt bir etkisi vardır. Bağırsak beyin bağlantısı son yıllarda sık duyduğumuz ve doğruluğu şüphe götürmez şekilde kanıtlanmış bir olgudur. Bağırsaklarınız serotoninin %90’ını üretiyor. Eğer mutlu ve sağlıklı bir zihin istiyorsanız düzgün bağırsak florasına ihtiyacınız var. Fermente gıdalar genel olarak iyi birer probiyotik kaynaklarıdır. Yeterli olmadığı taktirde takviye almaktan kaçınmayın.

Çok kısa olarak da beyin sağlığınızı canlandırmak için neler yapabilirsiniz onlardan bahsetmek istiyorum. Öncelikle kalbinize iyi gelen her şey beyninize de iyi gelir. Dolayısıyla sağlıklı yaşam alışkanlıkları edinmek önemli. Özellikle glütenden arınmış, sebze ve protein ağırlıklı, sağlıklı yağlar içeren bir beslenme programınız olsun. Kesinlikle fazla şeker tüketimi yapmayın. Yaşamsal rutininize mutlaka bir veya daha fazla çeşitte egzersiz ekleyin. Unutmayın fiziksel egzersiz yapmak yeni beyin hücrelerinin oluşmasını sağlıyor. Yeni bir hobi veya dil öğrenmek, düzenli kitap okumak, puzzle yapmak gibi aktiviteler beyin sağlığı için mükemmel. Ve son olarak da uzun süreli strese maruz kalmaktan sakının.

Mutlu, sağlıklı uzun bir ömür dileriz.






11 Ekim 2019 Cuma


GÜNÜMÜZDE KİLO ALMAK NEDEN DAHA KOLAY?

Yapılan bir araştırmaya göre günümüzde kilo vermek 1980’lere oranla daha zor. Peki neden böyle?

2016 yılında yapılan araştırmaya göre günümüzde insanlar daha az yedikleri ve daha fazla egzersiz yaptıkları halde obeziteden korunmaları 1980’li yıllara göre daha zor. Kanada York Üniversitesi Hastanesinde 36.377 yetişkin üzerinde yapılan araştırmaya göre 1971-1988 yılları arasında yaşayan insanlara kıyasla günümüz insanı aynı miktar yeme ve aynı miktar egzersize rağmen yaklaşık %10 oranında daha kilolu.

Bu çalışmada kişilerin o yıllara göre neden daha kilolu olabilecekleri açıklanmamasına rağmen kimi yaşam stili ve çevre değişiklikleri önerilmiş. Özellikle not edilen günümüzde pestisitler, gıda katkıları, paketlemelerde kullanılan kimyasallar gibi çevresel kimyasallara daha fazla maruz kaldığımız, bunun da vücudumuzun hormonal mekanizmasını etkileyerek kilo alımına neden olabileceğinden bahsedilmiş.  2018’de yapılan başka bir araştırma ise perflorinli maddelerin -yağ ve su geçirmez bileşikler- kişilerde kilo alımını arttırdığına dair.  Bu kimyasallar özellikle gıda paketlerinin, su geçirmez kıyafetlerin, cezve ve tavaların, mobilya kumaşlarının ve halıların üretimlerinde kullanılmaktadır. Ve ne yazık ki bu kimyasallara pek çok kişinin kanında da rastlanmaktadır. Bu kimyasalları kanında taşıyan kişiler normal aktivitelerinde normalin çok daha altında kalori harcayabilmektedirler. Dolayısıyla kilo almak daha kolay.


Bunun dışındaki diğer ihtimal de reçete edilen ilaçlardaki artış. Özellikle de antidepresan ilaçlarının kullanımındaki artış. Özellikle 6 ayı geçen sürelerde antidepresan ilaç kullanan insanların  %25’inde kilo alımı görüldüğü doğrudur.

Aynı şekilde 1980’lere göre bağırsak mikrobiyatamızda da değişimler olabileceği düşünülmelidir. O yıllara göre daha fazla kırmızı et tüketimi olduğu, hayvanların günümüzde o yıllara oranla daha fazla hormonlu, antibiyotikli ve kimyasallı yemlerle beslendiği de doğrudur. Dolayısıyla hayvanların vücuduna giren antibiyotikleri, hormonları ve kimyasalları biz direkt sürekli alıyoruz.

Kinesioloji Profesörü Jennifer L. Kuk’un bir araştırmasına göre de günümüzde gıda ve içeceklerde bolca kullanılan tatlandırıcılar da bunun sebeplerinden biri olabilir.

Diğer olası açıklama da günümüzde insanlar 1980’lere göre yüksek stres seviyelerinde yaşıyor olmalarına rağmen daha az uyuyorlar. Ayrıca ısı kontrollü yerlerde yaşadığımız için de vücudumuz ısı ihtiyacını karşılamak üzere eskisi kadar kalori yakmıyor.

Sonuç olarak günümüz hayatının koşulları hem kilomuz hem de sağlığımız açısından 1980’lere kıyasla çok daha zorlu. Sağlıklı kilomuzda kalmak ve hatta sağlığımızı korumak geçmiş yıllara göre daha çok dikkat ve özen gerektiriyor. Ne kadar doğal besinlerle beslenirsek, uyku ve egzersiz düzenine ne kadar uyarsak o kadar uzun vadede rahat ederiz.

Sağlık dolu, mutluluk dolu günler diliyoruz.

Kaynak:
Ruth Brown et al, “Secular differences in the association between caloric intake, macronutrient intake, and physical activity with obesity.” Obesity Research & Clinical Practice, May-June 2016, doi.org/10.1016/j.orcp.2015.08.007

1 Ekim 2019 Salı

Kan Şekeri Düzeyleri Vücudu Nasıl Etkiler?


11-      Yüksek olduğunda sık tuvalete gitme problemi yaratır; Öncelikle böbrekleriniz vücudunuzdaki bu fazla şekeri proses etmek için daha çok zorlanarak çalışmak zorunda kalacak ve vücuttaki suyla birlikte bu fazla şekeri vücuttan atmak isteyecektir. Dolayısıyla daha çok ve sık tuvalete gitme ihtiyacı duyarsınız.
22-      Yüksek olduğunda susatır; Aynı şekilde vücut bu fazla şekeri dışarı atmak için dokulardaki suyu kullanacaktır. Vücut suya enerji üretmek, besinleri transfer etmek, atıkların atılmasını sağlamak için ihtiyaç duyduğundan beyine giden sinyaller size daha fazla su iç der. Yani normalden daha fazla su içme ihtiyacı içinde olursunuz.
33-      Yüksek olduğunda ağız Kuruluğu Yapar; Yine aynı şekilde vücuttaki suyun tamamı fazla şekerin atılımı için kullanılmaya çalışıldığından ağız bölgesindeki su da azalır. Daha az tükrük salgılarsınız ve kanınızdaki şeker sizi daha enfeksiyona yatkın hale getirir. Diş etlerinizde şişmeler, dilinizde ve yanaklarınızın içinde beyaz lekeler oluşabilir (pamukçuk). Daha fazla su içmek ve şekersiz sakız çiğnemek kesinlikle yardımcı olacaktır.
44-      Yüksek olduğunda cilt problemlerine neden olur; Unutmayın aslında yukarıda saydıklarımızla benzer şekilde, vücut ekstra şekerden kurtulmak için vücudunuzdaki tüm suyu kullanacağından özellikle bacaklar, dirsekler, ayaklarınızda ve ellerinizde aşırı kuruluklar, çatlamalar oluşabilir. Zamanla bu yüksek glikoz seviyeleri sinirlerde de zararlara neden olabilir.  Buna diyabetik nöropati denir. Vücudunuzda meydana gelen kesik, yara veya enfeksiyonları hissetmenizi zorlaştırır bu durum.







15-      Yüksek olduğunda görme sorunlarına yol açar; Vücut göz merceklerindeki suyu da çekmeye başlarsa o zaman görme problemleri de oluşmaya başlar.Ne yazık ki kandaki çok yüksek glikoz oranları retinaya da zarar verebilir ve görme kaybı bile yaşayabilirsiniz.
26-      Yüksek olduğunda yorgunluk yapar; Tip2 diyabetiniz varsa ve kan şekeriniz çok sıklıkla yükseliyorsa hücrelere enerji taşınmasına yardım eden insüline karşı hassasiyetiniz azalır. Bu da yakıt eksikliği olacağından sizi yorgun düşürür. Aynı Tip1 diyabet hastalarının yaşadığı yorgunluğu yaşarsınız. Çünkü vücudunuz ihtiyacı olan insülini yapamaz hale gelmiştir.
37-      Düşük olduğunda yorgunluk yapar; Diyabet hastalarında insülin takviyesi yüksek olan kan şekerini düşürmenin yoludur. Ancak çok fazla alınırsa bu sefer de glikoz çok hızlı bir şekilde vücuttan atılacağından, vücut yerine koyacak bir şey bulamaz. Bu da sizi yine yorgun yapacaktır.
48-      Yüksek olduğunda sindirim problemleri olur; Uzun süreler boyunca yüksek kan şekeri olduğunda yiyeceklerin mide ve bağırsaklardan geçişine yardım eden vagus siniriniz zarar görebilir. Kilo verebilirsiniz çünkü açlık hissetmezsiniz. Aynı zamanda asit reflü, mide krampları, kusma veya kabızlık gibi sorunlara da neden olabilir.
59-      Düşük olduğunda kalp atışlarınız garipleşir; Kan şekerinizin yükselmesini sağlayan hormonlar kan şekeri çok düşük olduğunda kalp atış hızında uyumsuzluklara neden olur. Buna aritmi denir. Glikozdaki bu şekildeki düşüş en çok diyabet tedavisinde kullanılan ilaçların bir yan etkisi olarak ortaya çıkar.
610-      Düşük olduğunda ellerde titremeye neden olur; Düşük glikoz seviyeleri merkezi sinir sisteminin düzenini bozabilir, ki bu hareketlerinizi kontrol eden merkezdir. Bu gerçekleştiğinde vücudunuz adrenalin hormonu gibi bazı hormonları salgılayarak merkezi sinir sistemini normal düzenine ger döndürmeye çalışır. Ancak bu gibi salgılanan maddeler aynı zamanda ellerde veya diğer uvzuvlarda titremeye neden olabilir.
711-      Düşük olduğunda terlemeye neden olur; Kan şekeri çok düşük olduğunda benzeri şekilde hormonlarınız onu yükseltmek için çok çalışacağından terlemeye neden olur. Glikoz seviyeleri düşer düşmez ilk vücuttaki değişiklik genellikle terleme olur.Doktorunuz egzersiz, yeme alışkanlığı ve diğer tedavilerle bu durumu kontrol altına alacaktır.
812-      Düşük olduğunda açlığa neden olur; Hemen yemek yedikten sonra bile oluşan ani açlık krizleri, vücudunuzun gıdalardan doğru bir şekilde kan şekeri dönüşümü yapamadığının bir göstergesidir. Kimi hastalıklar veya ilaçlar da yan etki olarak buna sebeb olabilir. Her zaman doktorunuza bu konuyu danışmakta fayda var.
913-      Düşük olduğunda baş dönmesine neden olur; Beyin hücreleri çalışması için gerekli enerjiyi bulamadığında yorgun hisseder ve baş dönmesi ve hatta baş ağrısına neden olabilir.

Sağlıklı beslenmeyi bir alışkanlık haline getirdiğiniz normal seviyelerini koruyabildiğiniz sağlık ve mutluluk dolu günler dileklerimizle.


12 Eylül 2019 Perşembe

VÜCUTTAKİ ENFLAMASYONLA MÜCADELE ETMENİZİ KOLAYLAŞTIRAN YİYECEKLER

Doktorlar vücuttaki iltihabı veya tıbbi terimle enflamasyonu azaltmanın en iyi yollarından birinin ecza dolabı değil, buzdolabı olduğundan artık neredeyse eminler. Doğru beslenerek ve özel doğru gıdalarla vücuttaki enflamasyonunuza savaş açabilirsiniz.

Bağışıklık sistemi, vücuda yabancı olan herhangi bir şey girdiğinde (bunlar; polenler, istilacı mikroplar, kimyasal maddeler, alerjenler vb olabilir) hemen aktive olur. Bu aktivasyon genellikle enflamasyon sürecini de tetikler. Aslında enflamasyon vücudunuzu saldıralara karşı koruyan bir sağlık bekçisidir.

Ancak, ne yazık ki, kimi durumlarda vücut yabancı maddelerle istila edilmediği durumlarda bile enflamasyonun devam ettiği görünür. İşte bu durumlarda enflamasyon vücudunuzun ve sağlığınızın düşmanı konumuna düşer ve uzun vadede kanser, kalp hastalıkları, diyabet, artritler, depresyon ve alzaymır gibi birçok kronik önemli rahatsızlığın ana nedeni olabilir.

Harward Halk Sağlığı Bölümünde “Beslenme ve Epidemiyoloji” Profesorü olan Dr. Frank Hu; “Birçok deneysel çalışma göstermiştir ki kimi yiyecek ve içecekler anti-enflatuar etkilere sahiptir” diyor. Yani aslında enflamasyonla mücadele için en güçlü araçları eczanelerde değil, gıda pazarları ve marketlerin meyve sebze, yiyecek bölümlerinde aramalıyız.






Doğru anti-enflamatuar yiyecekleri seçerek vücudunuzdaki enflamasyonun oluşmasına engel olabileceğiniz gibi, oluşmuş enflamasyonu da azaltabilirsiniz. Yanlış besleniyorsanız da, tam tersi geçerlidir; yani vücudunuzdaki iltihabı sürekli arttırıyor olabilirsiniz.

Öncelikle vücutta enflamasyonu arttıran yiyecekler nelerdir ona bakalım;
-          Beyaz ekmek ve hamur işleri gibi rafine karbonhidratlar
-          Her türlü hazır bisküvi, kek vb paketli gıdalar
-          Patates kızartması ve kızarmış gıdalar
-          Şekerli gazlı veya değil her türlü içecek.
-          Kırmızı etin fazla tüketim, ( özellikle kebab, hamburger vs) ve işlenmiş et ürünleri (sosis, salam vb)
-          Margarin ve her türlü benzeri doymuş yağ.

Dikkat ederseniz aslında yukarıda belirtilen bu gıdalar kalp hastaları veya diyabet hastalarına verilen diyetlerdeki gıdalarla hemen hemen aynı. Aslında Prof. Hu bu konunun hiç şaşırtıcı olmadığını ve aslında vücutta enflamasyon gelişimini tetikleyen gıdaların çoğunun diyabet veya kalp hastalıklarını tetikleyen gıdalarla aynı olduğunu söylüyor.

Aynı zamanda bu sağlıksız gıdalar vücut enflamasyonu için bir risk faktörü olan “kilo almaya” da neden oluyorlar. Ancak burada dikkat edilmesi gereken konu, sadece kilo almanın vücut enflamasyonu göstergesi olmadığı. Zayıf bireylerde de yanlış beslenme kaynaklı enflamasyon olabileceğidir. Kimi gıdalar veya gıda bileşenleri yüksek kalori miktarlarında tüketmekten bağımsız olarak bir enflamasyon yapabilir vücutta.

Peki anti-enflatuar yiyecekler nelerdir? Hemen ilk akla gelenleri şu şekilde sayabiliriz;
-          Domates
-          Zeytin yağı
-          Ispanak, lahana, roka, pazı gibi yeşil yapraklı sebzeler
-          Badem, ceviz, fındık gibi yemişler
-          Somon, uskumru, ton balığı, sardalya gibi yağlı balıklar
-          Çilek, kiraz, elma, yaban mersini, portakal gibi meyveler
Enflamasyonu azaltan bu gıdaların ortak özelliği doğal antioksidanlar ve polifenoller bakımından yüksek içerikli olmaları. Kuru yemişler ve kahve de polifenoller ve diğer anti-enflamatuar bileşikler içerdiklerinden vücutta enflamasyona karşı genel bir koruma sağlıyorlar. Kahve ile ilgili dikkat edilmesi gereken konu, kahve insülin direnci ve diyabet problemi yaşamayanlar için anti-enflamatuar özellikte olmasına rağmen, insülin direnci ve diyabet hastaları tarafından kesinlikle tüketilmemesi gerektiğidir. Bu çok yeni bir bilgi olup, son birkaç senedir bu konuyla ilgili pek çok ispatlanmış çalışma mevcuttur.

Enflamasyonu önlemek veya azaltmak için mutlaka meyve, sebze, kuruyemiş ve tam tahıl ağırlıklı, balık ve sağlıklı yağların içinde olduğu Akdeniz tipi bir beslenme programını takip etmelisiniz.

Prof. Hu şunu da ekliyor; “Sağlıklı bir diyet sadece kronik hastalıklara yakalanma riskinizi azaltmaz ve vücuttaki enflamasyonla savaşmaz. Aynı zamanda sağlıklı bir ruh halini, duygu durumunu da destekler. Yaşam kalitenizi arttırır.”

Aslında biliyorsunuz uzun süredir Mora blog sayfalarımızda sağlıklı beslenmenin duygu, zihin ve fiziksel beden sağlığı açısından ne kadar önemli olduğuna tekrar tekrar vurgu yapıyoruz. Bizim kilo kontrolü, diyabet, insülin direnci ve bağırsak hastalıklarında kullandığımız tüm diyet protokolleri de yukarıda anlatılan anti-enflamatuar diyet protokolleri gibi. Bir taraftan da Mora Terapi doktor ve uzman pratisyenlerinin öncelikli amaçlarının başında hastanın beslenme ve yaşam alışkanlıklarını değiştirmek geliyor. Hastalığı iyileştirmek yetmez, aynı zamanda iyileşmenin uzun vadeli ve geri dönüşümsüz olmasını hedefliyoruz.

Keyifli, sağlık ve mutluluk dolu günler diliyoruz.







3 Eylül 2019 Salı

BEYİN BAĞIRSAK BAĞLANTISI, NEDEN BÜTÜNSEL&TAMAMLAYICI TEDAVİLERİN SİNDİRİM RAHATSIZLIKLARINI HAFİFLETTİĞİNİ AÇIKLIYOR


Gözünüzde beyinden bağırsaklara, bağırsaklardan da beyne giden bir ok olduğunu canlandırın. Evet çünkü aynı bu şekilde.

20. Yüzyıl boyunca tıp bilimi, vücudun farklı sistemlerini, onları daha iyi anlamak adına, bölümlere ayırmakta çok başarılı oldu. Ancak, bugün anlıyoruz ki, kimi bölümleri birbirlerinden izole etmek, o bölümlerin tek başlarına çalışma sistematiğini anlamak açısından yeterli değil. Beyin-bağırsak bağlantısı da izole edilmemesi gereken bölümlere verilecek güzel bir örnek olarak başı çekiyor.

Öncelikle beyin-bağırsak bağlantısının anatomisi nedir oradan başlayalım; Beyin ve bağırsak arasındaki ilişki tam olarak nasıldır?

Beyin, sindirim veya gastrointestinal sisteme “sempatik(kaç&savaş) sinir sistemi” ve “parasempatik(dinlen&sindir) sinir sistemi” vasıtasıyla sinyaller gönderir. Bu gelen sinyallerin dengesi hangi gıdaların sindirim sistemine hangi hızda alınacaklarını, besinlerin emilimini, mide özsuyunun salgılanmasını ve sindirim sistemindeki enflamasyon oranını etkiler.






Sindirim sistemi ayrıca kendi sinir sistemine, içinde ve çevresinde bulunan yaklaşık 100 milyona yakın enterik sinir sistemine de sahiptir. Enterik sinir sitemi sempatik ve parasempatik sistemden gelen sinyalleri alır ancak bunlardan bağımsız olarak da ayrıca fonksiyon gösterir.

Enterik sinir sitemi bir taraftan milyonlarca bağışıklık (immun) hücresiyle birbirine bağlıdır. Bu hücrelerin sindirim sistemi üzerinde araştırma yapıp bilgileri beyne iletme görevleri vardır; mide şişkin mi?, gastrointestinal kanalda bir kanama var mı? ya da kan akışı yetersiz mi? vs. Yani Beyin birden fazla yolla gastrointestinal sistemle iletişim halindedir.

Peki stres ve olumsuz duyguların bağırsaklar üzerindeki etkileri nelerdir?

Öncelikle bilmeliyiz ki, yukarıda anlattığımız beyin-bağırsak bağlantısı nedeniyle stres, endişe, üzüntü, depresyon, korku, öfke gibi çeşitli olumsuz duygular gastrointestinal sistemimizi etkileyebilir. Gastrointestinal kanalın hareketlerini hızlandırabilir veya yavaşlatabilir, sindirim sisteminde şişkinliğe veya ağrıya duyarlı hale gelmesine neden olabilir. Bakterilerin bağırsak zarından kolayca geçmelerini sağlayarak immun sistemi aktive edebilir, bağırsaklardaki enflamasyonu arttırabilir veya ve hatta bağırsak mikrobiyotasını değiştirebilir. Bunların tamamını yapacak şekilde tetikleyici rol oynayabilir. Bu nedenle stres ve benzeri olumsuz duygular enflatuar bağırsak hastalığı ( Crohn hastalığı ve ülseratif kolit), huzursuz bağırsak sendromu, gastroözofageal reflü (GÖRH), besin alerjileri ve intoleransları gibi çeşitli gastrointestinal hastalıkların oluşmasına neden olabilir veya var olanları kötüleştirebilir.

Ayrıca gastrointestinal sistemdeki negatif değişiklikler beyne geri bildirim vererek, beyin ve gastrointestinal sistem arasında kısır bir döngünün oluşmasına da neden olur. Yeni yapılan çalışmaların gösterdiği üzere, bağırsak enflamasyonunun çokluğu veya sindirim sistemindeki mikrobiyotanın değişmesi yorgunluk, depresyon ve kardiyovasküler hastalıkların oluşumlarına büyük oranlarda katkı sağlayabiliyor.

Peki Zihin-beden bütünlüğünü baz alan tamamlatıcı yöntemlerin gastrointestinal hastalıklardaki etkisi nedir?

Güçlü bir beyin bağırsak bağlantısının varlığı göz önüne alındığında, stres ve olumsuz duyguları azaltan veya ortadan kaldıran tüm tamamlayıcı terapilerin (meditasyon, yoga, hipnoterapi, nefes egzersizleri, homeopatik veya elektrohomeopatik duygu durum ilaç tedavileri vb), gastrointestinal semptomların iyileşmesine yardımcı olduklarını öğrenmek şaşırtıcı olmamalı. Tüm bu tedavi ve terapiler sempatik sinir sistemini bastırıp, parasempatik sinir sistemini yükselterek vücudun stres tepkilerini ve enflamasyonu azaltırlar.

Diğer bütünsel-bütüncül yaklaşımlar nelerdir?

Öğrendik ki, kimi yiyecekler hassas kişilerin bağırsaklarında bazı reaksiyonları tetikleyebilmekte. Bu tür durumlarda özel diyetler kullanmak kesinlikle semptonların azalması için çok önemli. Örneğin düşük asitli gıdalarla beslenmek, fermente edilmiş gıdaların beslenmeden çıkarılması vb. Beslenme şeklinin bağırsak mikrobiyatası üzerinde inanılmaz büyük etkisi var. Sebze ağırlıklı, karbonhidrat oranı düşük, az kırmızı et tüketiminin yapıldığı veya beyaz et, balık ve deniz mahsullerinin tercih edildiği diyetler daha sağlıklı bir bağırsak mikrobiyatasının oluşmasını sağlıyor. Ve bu ve benzeri beslenme değişiklikleri de bağırsak enflamasyonlarında azalmaya ve depresyon, yorgunluk ve kardiyovasküler hastalıklara yakalanma risklerinde düşüşe yol açıyor.

Her ne kadar her kişinin durumu kendine özelse de, ben tamamlayıcı&bütünsel tedavilerin gastrointestinal semptomlarını azaltmak üzere sağlıklı bağırsaklar ve sağlıklı bir zihin için harika birer yardımcılar olduğuna inanıyorum.

Kaynak: Dr. Michelle Dossett, PhD, MPH, Harward Health, 11 Nisan 2019 tarihli Makalesi





9 Ağustos 2019 Cuma

YÜKSEK TANSİYONA DİKKAT!



Her 3 yetişkinden birinin yüksek tansiyon hastası olduğu ülkemizde, bu konu göz ardı edilemeyecek kadar önemli.

Genellikle enseden başlayan baş ağrısı, kulakta çınlama ve uğultu, baş dönmesi, çift veya bulanık görme, burun kanamaları, ve düzensiz kalp atışı gibi belirtilerle kendini gösteren hipertansiyon ilerleyerek kalp yetersizliğine de zemin hazırlayabiliyor. Ayrıca felç, görme kaybı ve böbrek yetersizliğinin de en önemli nedenlerinden biri.

Kanın normalden yüksek bir kuvvetle damarlar boyunca aşırı basınç uygulamasına yüksek tansiyon denir. Normal ideal tansiyon 120-80 mm HG olarak kabul edilmektedir. Yüksek tansiyon tanısı için bu değerlerden birinin yüksek çıkması yeterlidir.

Yüksek tansiyon riskini arttıran faktörlerin başında özellikle hareketsiz ve stresli yaşam, alkol, sigara tüketimi, aşırı kilo özellikle santral obezite denilen göbek yağlanması geliyor.

İleri yaş hastalığı olarak bilinmekle birlikte kötü beslenme ve yaşam alışkanlıkları dolayısıyla genç yaşlarda da ne yazık ki artık görülüyor. 50 yaş altı grupta erkeklerde görülme sıklığı fazlayken, 55 yaş üstünde ise kadınlarda görülme sıklığı artmakta.


Diyabet yani şeker hastalığı olanlarda yüksek tansiyon çok sık görülüyor.

Düzenli egzersiz ve kilonun kontrol altında tutulması bu sorunun önüne geçilmesi için çok önemli. Haftada en az 3-4 gün, en az 30-45 dk tempolu yürüyüş yapılmalı.

Aynı şekilde çok tuz kullanma alışkanlığı bırakılmalı. Daha çok sebze, meyve, tam tahıl tüketilmeli. Tuz, doymuş ve trans yağ tüketimi azaltılmalı. Yağda kızartılmış besinler, hamur işleri, işlenmiş et ürünleri ve sakatatlardan uzak durulmalı.

Yüksek tansiyon konusunu ihmal etmeyin. Bu rahatsızlıklardan kaynaklanan komplikasyonlar diğer hastalıklara kıyasla daha ciddi sonuçlar doğurmaktadır. Üstelik yüksek tansiyon, daha fazla çalışıp vücudunuza kan pompalamak zorunda olduğundan kalbinize de zarar verir.

Sağlıklı beslenin, düzenli spor yapın, sağlıklı kiloda kalın, alkol tüketiminizi azaltın, sigaradan uzak durun ve tuz kullanımınız konusunda çok dikkatli olun.

Ayrıca, Mora Terapi ile yapılan frekans temizliği tedavilerinde doktorunuzla birlikte koruyucu önlemleri almanız kolaylaşır ve uzun vadeli risklerden korunursunuz.

Sağlık dolu günler.




28 Temmuz 2019 Pazar

BÜTÜNSEL TIP NEDEN DAHA YAYGIN OLARAK KULLANILMALI?


Bütüncül veya Bütünsel Tıp olarak adlandırılan tıp, klasik batı tıbbı yaklaşımından farklı olarak hastalara ruhsal, duygusal, zihinsel ve çevresel açıdan da bakar ve kişinin bütün olarak, tüm yönlerinin mümkün olduğunca doğal ve az zarar göreceği yollarla iyileştirme yollarını arar. Hastaların ruhsal, zihinsel, çevresel ve bedensel olarak tüm yönlerinin tutarlılık halinde bir bütün olarak sağlıklılık haline getirilmesini amaçlar. Farklı modaliteleri içeren bir tedaviler bütünüdür.
En bilinen teknikler; akupunktur, homeopati, beslenme şekli değiştirme, frekans tedavileri, ses terapileri, aromatik terapiler, zihin-beden bütünlüğünü içeren terapiler (yoga, tai chi vb), bitkisel tedaviler, meditasyon, nefes terapileri, özel bütüncül masajlar vb.’dir.
Doktor ve terapistler hastanın akıl, beden iyileşmesinde inanç sistemleri kadar hastaların çevresel faktörlerinin de önemli olduğunu dikkate alırlar. Bütüncül tıp terapistlerinin ideallerinin temeli, gerçek iyileşme için bedensel iyileşmeye ek olarak zihnin ve ruhun (ve duyguların) da beslenmesinin gerekliliğidir. Böylelikle uzun vadede geri dönüşümün çok azalacağı veya ortadan kalkacağı bir iyileşme haline ulaşılacağı, hastanın acısını azaltacaklarını ve böylelikle hastalıkla başa çıkılmasının veya hastalığın yenilmesinin kolaylaşacağını varsayarlar ki bu varsayım, bütünsel tıp ile klasik tıbbın birlikte kullanıldığı veya tek başına klasik tıbbın kullanıldığı karşılaştırmalı çalışma ve gözlemlere bakıldığında doğrulanmaktadır. Genellikle bu tedaviler hastaların zor hastalıklarla başa çıkmasını kolaylaştırmaktadırlar. Ayrıca hastane, tahlil vb maliyetler de azalmaktadır. Hastaların ağrı, sıkıntı, depresyon gibi hastalıktan kaynaklı sorunları da çok çok azalmaktadır.







Modern-klasik batı tıbbının eksikliklerinin en önemlisi; sıklıkla hastaları tek bir organ, semptom, organ sistemi veya tanıya indirgiyor olmasıdır. Örneğin hastanelerde bile hastalar doktorlar arasında “oda 6’daki safra kesesi” veya “ünitedeki kalp krizi” diye adlandırılırlar. Klasik batı tıbbının bizi, yaşamın ve biyolojinin karmaşıklığını farkına varıp bu karmaşıklığı tanı koyma ve tedavi sürecine dahil etmede kısıtladığı noktalar çoktur. Bir hastanın ihtiyaçlarını değerlendirmek için çoğu zaman birden fazla modaliteye ihtiyaç duyulur. Bu da bütünsel veya bütüncül tıbbın alanıdır. Böylelikle hastanın sağlıklı haline geri dönmesi için gereken tüm bileşen ve faktörler derinlemesine ele alınır. Bu ortamda hem doktorlara, hem fizyoterapistlere, hem psikolojik danışmanlara ve hem de beslenme danışmanlarına aynı anda ihtiyaç duyulur.

Vücudun çoklu karmaşıklıklarına ve doğal dünyamızla olan ilişkilerine derinlemesine girilir, hastanın genetiğinin çevresinden nasıl etkilendiği değerlendirilir, toksinler, kimyasal maddeler ve stresin vücuttaki etkileri ele alınır ve en önemlisi insan doğasının doğal besinlere, doğal güneş ışığına, suya, doğal ortamlara ve rahatlama ve neşeye duyulan gereksinimleri vurgulanır.

Bütünsel Tıp, hasta bakım maliyetlerini azaltırken, hasta bakımı sonuçlarını da iyileştirmektedir. Kaliforniya’da büyük bir devlet hastanesinde 160 hasta üzerinde yapılan bir çalışmada, hasta tedavilerinin klasik batı tıbbı ve bütünsel tıp yöntemleriyle birleştirilerek yapıldığı zaman, hastaların semptom iyileşmelerinde artışlar olduğunu gözlemlenmiştir.

Aynı şekilde kanserli hastalar üzerinde yapılan çalışmalarda bütünsel tıp kullanılan hastaların acılarında azalma, iştah, anksiyete, uyku bozuklukları, yorgunluk, bilişsel ve duygusal problemlerinde çok daha olumlu yönde iyileşme olduğu görülmüştür.

Bütünsel Tıbbın uygulanmasının önündeki en önemli engel, konuyla ilgili eğitim eksikliğidir.  Avrupa’dakinin aksine, özellikle Amerika’da hastanelerdeki tıp pratisyen ve terapistleri bu konuya olumlu bakmakla birlikte pek azı bu konuda yeterince eğitimli olduklarını düşündüklerini söylemektedirler. Avrupa’da pek çok ülkede bütünsel tıp ayrı bir ana bilim dalı olarak üniversitelerde okutulmaktadır. Ülkemizde de ne yazık ki konu henüz emekleme aşamasında olup, sadece kısa dönemli kurs ve eğitimlerle desteklenmeye çalışılmaktadır.

Kaynaklar:          * Integrative Medicine as a Vital Component of Patient Care – A. Muacevic & J. R. Adler
*The Difference between Functional Medicine, Holistic Medicine, Natural Medicine and Integrative Medicine – Dr. Scott Resnick

22 Temmuz 2019 Pazartesi

HOMEOPATİ NEDİR?


Grekçe’de “homeos -benzer”, “pathos-hastalık” demektir. Homeopati, “benzeri benzer ile tedavi etme” (similia similibus currentur) prensibine dayanır.

Homeopati 18. Yüzyılın başlarında Alman Doktor Samuel Hahnemann tarafından bulunan ve vücudun kendini doğal olarak iyileştirmesine yardım eden bir tamamlayıcı tedavidir.

Hastalık belirtileri aslında hastalık ile savaşan vücutta meydana gelen değişikliklerdir. Klasik tıp bu belirtileri ortadan kaldırmaya çalışır.  Öksürüğü keser, ateşi düşürür, ağrıyı dindirir. Homeopati ise belirtileri olduğu gibi ele alır, vücudun savunma sistemine dair işaretler olarak görür, bastırmaya çalışmaz.

Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre en sık kullanılan tamamlayıcı tıp yöntemidir. Avrupa’da halkın %50’den fazlası homeopatik tedavi görmekte, doktorların %50’den fazlası homeopatiyi diğer tedavi yöntemleri ile birlikte önermektedir

Fransa’da geçtiğimiz yıllarda yapılan bir araştırmada reçetelenen ilaçların %60’ının homeopatik ilaç olduğu, hastaların %75’inin homeopatik ilaçlara dair daha etkin ve daha az yan etkisiz görüşünde olduğu görülmüştür. Bu konuda ülkemizde henüz bir düzenleme yapılmamış olmakla birlikte, Homeopatik ilaçları genel olarak Avrupa ve İngiltere’deki eczanelerde bulmak her zaman mümkündür.







Homeopatide hastalık tanımı, beden, zihnin ve ruhun “bütün olarak” etkilenmesi, organizmanın tamamının dengesinin bozulmasıdır. Hastalığın sebebi bir organda meydana gelen bozukluk değil bütünün (bedenin yaşam enerjisinin, kendi iyileştirme gücünün) dengesinin bozulmasıdır. Homeopatik maddelerin enerji verici özelliklerinden faydalanarak vücuttaki uyum ve denge yeniden sağlanır. Vücudun savunma ve iyileşme sistemleri güçlenir, bir başka deyişle kişinin yaşama gücünü harekete geçirir. Herkesin DNA sarmalı kendine özgüdür ve bu sarmal o kişinin fiziksel ve psişik özelliklerini belirler. Bu yüzden homeopatide değişik organların bozulmasında değişik ilaç vermek yerine, insanın bütününü kapsayan bir ilaç seçilir.


Bu tedavideki amaç, hastaya zarar vermeden, ılımlı ve güvenilir bir yolla hastalığı tümüyle ve kökten iyileştirmektir.

Sağlık dolu günler.