17 Ağustos 2018 Cuma

GEÇİRGEN BAĞIRSAK SENDROMU NEDİR?


Sindirim sisteminin merkezi olan ve ikinci beyin olarak da tanımlanan bağırsakların sağlığı, tüm metabolizmayı etkilemektedir. Bağırsaklar dendiğinde ilk akla gelen sindirim sistemimizdeki görevleridir. Sindirim burada tamamlanır, besin öğelerinin, suyun ve vitamin-minerallerin neredeyse tamamen emildiği yer bağırsaklarımızdır.

Bağırsaklarımızdaki emilimi basitçe anlatmak gerekirse, bağırsak hücreleri arasındaki sıkı bağlar filtre görevi görür. Bu şekilde oluşturulmuş filtreye benzer yapı, bağırsaklardan kana sadece besin öğeleri, su, vitamin-mineraller gibi yararlı bileşenlerin geçmesine izin verir. Bağırsaklarımızdaki bu sıkı bağların bozulması sonucunda ise Geçirgen Bağırsak Sendromu dediğimiz problem meydana gelmektedir. Normalden daha geçirgen hale gelen bağırsaklar sebebiyle kana, yararlı bileşikler ile birlikte tam olarak sindirilmemiş besin öğeleri, zararlı organizmalar veya toksinler de karışabilmektedir. Bunun sonucunda da çeşitli metabolik bozukluklar meydana gelmeye başlar.


Hastalığın adı geçirgen bağırsak sendromu olduğundan, yalnızca sindirim sistemi sorunlarıyla belirti veren bir hastalık olduğunu düşünülüyor. Gerçekte ise, tüm metabolik faaliyetleri etkileyebilen bir sendromdur. Örnek vermek gerekirse pek çok gıdaya karşı ortaya çıkan alerjiler, enerji düşüklüğü, eklem ağrıları, fibromiyalji, migren, otoimmün hastalıkların tamamı, tiroid hastalıkları, metabolizma bozukluğu, obezite, diyabet, hipertansiyon, otizm gibi birçok sorunun altında geçirgen bağırsak sendromunun olabileceği düşünülmektedir.


Bağırsaklarımızdaki geçirgenliğin artmasının beslenme yanlışları, kronik stres, toksinler, bağırsak florasının bozukluğu gibi nedenlerden kaynaklanabileceği düşünülmektedir. Ancak net bir şekilde bilinen, bu sendromun inflamasyon kaynaklı oluşudur. İnflamasyon, vücudun savunma mekanizmasının verdiği bir cevaptır. Eğer kanda tanınmayan bir bileşik tespit edilirse, savunma sistemi hücreleri bu bölgeye saldırmaya başlar. Örnek olarak, bağırsaklarımız sürekli glüten, kazein gibi alerjen maddelerle temas ederse sürekli olarak bir inflamasyon söz konusu olur ve bunun sonucunda bağırsak hücrelerinin yapısında ve bağırsaklarda yaşayan dost bakterilerin işlevinde bozulmalar meydana gelebilir. Hepsinin sonucunda da bağırsak geçirgenliğinde artış meydana gelebilmektedir.

Bağırsaklarımızda yaşayan dost bakterilerden daha önceki yazılarımızda da bahsetmiştik. Probiyotikler, filtreye benzer yapının üzerinde bir tabaka oluşturarak bağırsak geçirgenliği konusunda aktif rol oynarlar. Buradaki dost bakterilerden oluşmuş sağlığa faydalı tabaka yapısı bozulduğunda ise, bu bölgelerde patolojik olan bakteriler yerleşmekte ve hastalık etmenleri de bu yollardan kolaylıkla vücuda girebilmektedir. Sonuç olarak bağırsak florasındaki bu olumsuz değişimler sebebi ile de bağırsak geçirgenliği artabilmektedir.

Bağırsak geçirgenliğinin artışı, Zonulin adı verilen bir proteinin analizi ile tespit edilebilmektedir. Zonulin, bağırsak hücrelerini bir arada tutmaya yarayan proteindir. Ancak, bu proteinin aşırı derecede artışı da bağırsak geçirgenliğini artırmaktadır. Proteinin artışı, kan testleri yardımıyla kolaylıkla tespit edilebilmektedir.
Geçirgen Bağırsak Sendromunu ortadan kaldırmak için, öncelikle bağırsağı tehdit eden etmenler ortadan kaldırılır, sonrasında da sağlıklı beslenme alışkanlığı kazandırılması amaçlanır. Tahrip olan bağırsak onarıldıktan sonra ise, uygun probiyotik takviyesiyle destek yapılır.

Mora Terapi yöntemi ile yapılan bağırsak terapilerinde, şimdiye kadar bağırsağı tehdit etmiş olan besinlerin frekansları vücuttan silinerek bu besinlere karşı isteksizlik oluşturulur. Mora frekans tedavileri ile bağırsaklarda çeşitli sebeplerle meydana gelmiş olan hasar giderilmiş olur ve birikmiş olan toksin maddeler vücuttan uzaklaştırılır. Üç aylık glütenden kısıtlı ve basit şeker içermeyen bir beslenme protokolüyle sağlıklı beslenme davranışı oluşturulur. Aynı zamanda bu beslenme planı, kefir, yoğurt gibi probiyotik besinlerden zengindir bu şekilde bağırsaklardaki flora desteklenmiş olur. Bağırsak florasının tam olarak onarılması için dışarıdan probiyotik takviyesi de önerilmektedir. 



12 Ağustos 2018 Pazar

RENKLERDEN GELEN SAĞLIK!


Sık sık bahsediyoruz Mora Renk Terapilerinden. Diğer adıyla Mora – Color! Nedir bu renk terapisi? Nasıl uygulanır? Hangi durumlarda uygulanabilir? Bu yazımızda herkesin Renk Terapileri hakkında soru işaretlerini biraz olsun silmeyi amaçladık.

Mora Terapi vücut sistemini kendi kendine düzelten bir biyolojik geri beslemeli biyo-rezonans cihazıdır. Tüm terapilerde frekans bilgisi kullanılır. Bu bilgi kaynaklarına örnek verecek olursak; danışanın vücudundan, bağımlılığı olduğu sigara-alkol gibi maddelerden, renklerden ya da bach çiçekleri dediğimiz çiçeklerden alınabilir. Mora Terapi ile, vücuttan alınan yanlış bilgi düzeltilerek vücuda geri gönderilebilir, iyileştirici bilgi direk vücuda verilebilir ya da dışardan alınan, vücuttan silinmek istenen bilgi ters çevrilip vücuda geri yollanabilir. Genel olarak iyileşme bu şekilde gerçekleştirilir.

Mora Terapinin mucitlerinden Dr. Franz Morell’ den bir alıntı: Renk elimizdeki en güçlü ilaçtır ve renkler kaybedilmiş iyileşme frekanslarının tekrar yayılmasını sağlayabilir.


Mora – Color terapilerinde, homeopatik ilaç olarak renkler kullanılmaktadır. Renk terapisinin en önemli özelliklerinden biri de renk frekanslarının yükseltilerek vücuda verilmesidir. İlk yıllardaki Mora - Color cihazların en büyük sorunu, yeterli amplifikasyonun (güçlendirme kapasitesi) olmamasıydı. Ancak; Mora - Color cihazının yeni modelinin ve yeni MORA Cihazlarının içerisinde olan Mora - Color modülünün en önemli avantajı amplifikasyonunun 1.000.000 (bir milyon)’a kadar yükseltilebiliyor olmasıdır. Mora – Color’ la renk terapisi yapılırken cihaz doğrudan renk frekansları vermekle kalmaz, aynı zamanda vücutta frekans temizliği yapar. Yani vücuttan aldığı iyi frekansları yükselterek, kötü frekansları ile düzelterek vücuda geri yollar.


Dr. Morell’in, Mora - Color cihazının ardındaki teorisi Çin Geleneksel Tıp prensiplerinden gelir. Beş Element Teorisine göre, her enerji meridyeni ve organ belirli bir renkten çok iyi bir şekilde etkilenir. Tipik olarak bu meridyene ve organa uygun bir baskın-uyarıcı renk, bir de sakinleştirici renk vardır. Örnek verecek olursak, bir renk kalbi uyarırken, karaciğeri sakinleştiriyor olabilir.

Renk terapileri genel olarak 2 şekilde uygulanabilir. Elektrotlar yardımıyla vücudun meridyen sistemine renk verilerek, genel uygulama sağlanabilir veya ağrı noktası veya spesifik organlar belirlendiğinde ise lokal (bölgesel) uygulama yapılabilmektedir.

Mora – Color’ ı etkin bir şekilde kullanan ve aynı zamanda amplifikasyonların geliştirilmesi için Mora Terapi ile birlikte çalışmış Avustralyalı doktorumuz, Dr. Gruba’ nın klinik çalışmalarından ve renkleri kullanım alanlarından örnekler vererek devam ediyoruz. Dr. Gruba’ya göre renk seçimleri yapılırken, hedef organ, akut-kronik durum, hastalığın doğal nedeni hesaba katılarak düşünülmelidir. Genel bir örnek verecek olursak, kırmızı renk akut vakalar için mavi renk ise daha çok kronik vakalar için yararlı olacaktır. Egzama, migren, sinüzit, hassas diş etleri ve dişler, diş apsesi, akut boğaz enfeksiyonu, farenjit, larenjit, bronşit, astım, perikardit, koroner vasküler hastalık, periperal arter hastalığı, ağrılı karaciğer-dalak-pankreas sendromları, hemaroitler, divertikülit, kolit, iltihaplı bağırsak sendromları, akut idrar yolu enfeksiyonları, kısırlık, prostatit, depresyon Dr. Gruba’ nın renk terapisi kullandığı spesifik rahatsızlıkların sadece bir kısmıdır.

Sonuç olarak MORA-Color, semptomların gizlenmesine veya bastırılmasına neden olmaz. Terapi sonucunda temelde yatan patoloji, eşzamanlı olarak iyileşme gösterirken klinik semptomlarda iyileşme görülür. Dr. Gruba’ ya göre, MORA – Color terapisi hastalık nedenini arayan ve tedavi eden doktora zaman kazandırır. İnanılmaz bir zaman ve tedavi verimliliğine neden olur. Böyle bir tedavi modülü az bulunur cinstendir. Bir hekim için bulunmaz fırsattır.

3 Ağustos 2018 Cuma

SİGARAYI BIRAK, KALBİNİ KORU


Kalp – damar hastalıkları günümüzde oldukça yaygındır ve bütün ülkelerde ölüm nedenleri arasında en başta gelmektedir.

Kalp – damar hastalıklarının birçok çeşidi var ancak, biz bu yazımızda en yaygın ve en çok ölüme sebebiyet veren çeşidinden, koroner kalp hastalığından bahsedeceğiz. Kalp düşünülenin aksine, kendi içerisindeki kanı kullanmaz. Kalbi de besleyen damarlar vardır ve bu damarlara da koroner damarlar denmektedir. Bu damarların daralması veya tıkanması sonucu ortaya çıkan hastalıklar da koroner kalp hastalığı olarak adlandırılır.



Koroner kalp hastalığının oluşmasında, çevresel ve genetik faktörlerin etkisi vardır. Ancak en önemli faktörlerden biri, tartışmasız sigara kullanımıdır. Kan damarlarının iç yüzeyi normalde çok ince bir tabaka ile kaplıdır, ancak sigara kullanımına bağlı olarak damar yapısı bozulur, zaman içinde damar sertliği gelişir. Durum daha da ilerlerse yapısı bozulan damarlar tıkanabilir. Daralan damarlardan az kan geçebileceği için bu damarın beslediği organlar yeterli miktarda beslenemez. Damarda tıkanma olursa da bu damardan beslenen dokular ve organlar hiç kan alamaz, zamanla harabiyete uğrar. Daralma veya tıkanma koroner damarlarda olduğu takdirde ise kalbin beslenmesi yetersiz hale gelir.

Sigara içilmesi ile kandaki iyi kolesterol olarak bilinen HDL kolesterol miktarı azalır. HDL kolesterol koroner kalp hastalığından koruyucu etki yapmaktadır. Buna karşılık iyi olmayan kolesterol (LDL kolesterol) miktarında artma olur. Bozulan bu denge sonucu damar sertliğinin meydana gelme olasılığı artmış olur.

Sigara içildiği zaman sigara dumanı içinde bulunan karbon monoksit gazı başta olmak üzere, formaldehit, nitrozaminler, akrolein, azot oksitleri gibi birçok zararlı madde kana karışarak, damar sertliği oluşumu hızlanmaktadır. Sigara içilmesinden sonra 5 dakika içinde koroner damarlardaki direnç %21 oranında artar ve buna bağlı olarak damarlardan geçen kan miktarı %5 oranında azalır.

Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, sigara tüketimi ile kalp krizi geçirme arasında net bir ilişki vardır. Sigara içenlerin kalp krizi geçirme olasılığı daha fazladır ve içilen sigara sayısının artması da kalp krizi geçirme riskini arttırmaktadır.   

Şimdiye kadar sigara içmiş olabilirsiniz ama sigarayı bırakmak için geç değil! Araştırmalar, sigara bırakıldıktan sonraki 3 yıl içinde kalp krizi geçirme riskinin yarıya düştüğünü ve 6 yılın sonunda ise riskin sigara içmeyen kişilerin düzeyine indiğini göstermektedir.

Kalp sağlığınız için yapmanız gereken en önemli şey, sigaradan kurtulmaktır. Bu konuda kendinizi iradesiz hissediyorsanız Mora Terapiden yardım alabilirsiniz. Mora Terapi, sigarayı kalıcı ve kolay bir şekilde bırakmanızı sağlayacaktır. Ertelemeyin, siz de kalbinizi seviyorsanız, kendi sağlığınız için sigarayı bırakın!